Hakkımda

Fotoğrafım
"Ya adako? ağaç dalındaki gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem. hep öteye, öteye uzar. gövdenin topraga kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. özgürlüğe susamışlıktır. ben buna ağaç dalı kompleksi diyorum. genç hastalığıdır. ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir.insanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu adako yu budarlar. onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. kimi insana ne yapılsa yararı olmaz asi daldır o ayrılır balta işlemez ona" (AYLAK ADAM)

13 Kasım 2011 Pazar

HER ŞEY YOLUNDA



Sabah her zaman ki gibi keyifsiz uyanmıştım. Ağzımda akşamdan kalma sigara tadı. Ruhum sıkıntılı, bedenim halsiz, evin içinde sürünmekte. Yalnızım. Kendime kahvaltı hazırlamam lazım en azından keyifle sigara içebilmek için. Pencereden bakıyorum güzel bir ağustos günü, bulutsuz güneş parıl parıl parlıyor. Bense bulutluyum, yapış yapış sıkıntılı.
Mutfakta bir şeyler atıştırıp odaya geçiyorum. Yapacak işim gücüm yok. Müzik setine şöyle iyisinden bir albüm koyup kendime gelmek için cd’lerimin arasına dalıyorum. Rolling Stones’un albümlerine uzanıyor önce elim. Sıkı bir rock parçası, cayır cayır gitarlar iyi gelir. Ayılırım coşarım hem keyfim de yerine gelir. Bruce Springsteen’de elimin altında şöyle bir Thunder Road fena olmaz aslında, derken kaçınılmaz sona yaklaştığımın farkında olmadan Nick Cave albümlerinin karşısında dururken buluyorum kendimi. Başta Leonard Cohen ve Bob Dylan sonra Tom Waits ve hatta Tindersticks’le beraber Nick Cave’de ilk gençlik yıllarımdan beri hayatımın yalnız, mutsuz, karanlık ve yitik anlarına fon müziği olmuştur hep. Bu kadar mutsuz ve keyifsiz uyandığınız bir sabahta “Ben depresyonun kendisiyim” diyen bir adamın albümünü dinlemek yapılacak son şey olmalı belki ama kendi ipimi çekme pahasına olsa da karşı koyamıyorum. The BoatsMan Call, Nick Cave And The Bed Seeds albümlerinin en içe dönük en depresif olanı. Koyuyorum cd çalara. Üzerime damla damla düşen hüzün eşliğinde şarkılarında sıkca söylediği gibi kendi hüzünlü penceremden bakıyorum insanlığa. Kendimi dünyanın güzelliğine ve insanlara sımsıkı bağlı hissederken bir anda endişelerle dolu olduğumu kaygılarımın içinde boğulduğumu hissediyor, dünyadan tiksiniyorum. Pencerenin önünden kalkıp odama ve dünyaya dönemeye çalışırken, masamın üstünde duran Aragon’un kitabının üzerinde kocaman puntolarla yazılmış ‘’mutlu aşk yoktur’’ yazısına gözüm takılıyor. Bu sırada Nick Cave sesleniyor içerden “there will always be suffering (her zaman acı olacaktır). İlişkilerin arzuyla başlayıp hüzünlü bir sonla bittiğini anlatıyor. Aşk’ın uzlaşma gerektirdiğini ama bunun zor olduğunu söylüyor sakin sakin konuşur gibi. Leonard Cohen’den de dizeler geliyor aklıma: Zenginle fakir arasında savaş var. Kadınla erkek arasında bir savaş. Solla sağ arasında bir savaş var. Siyahla beyaz arsında, tekle çift arasında bir savaş. Neden geri dönmüyorsun savaşa? Ve belki de kendine cevaben şöyle söylüyor, savaşın dışında kalmamızın kaçınılmazlığını bildiğimizi bilerek. ‘’Herkes biliyor zarların hileli olduğunu. Herkes biliyor teknenin su aldığını. Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. Herkeste babaları ya da köpekleri biraz önce ölmüş gibi buruk bir his var. Herkes biliyor anlaşmanın hileli olduğunu. Herkes biliyor. ‘’Albümün son parçası da bittiğinde kendimi başlamış olduğum noktanın çok uzağında buluveriyorum birden. Ayılmak ve keyfimin yerine gelmesi için başladığım müzik yolculuğunda şarkılarını dinleyerek büyüdüğüm adamlarla birlikte düşüncelerimin sağlamasını yaptığımı görüyorum. Hala keyifsizim belki ama kendimi güçlü hissediyorum ve bunca zaman dinlediğim ve seçtiğim bütün parçaların ortak bir özelliğini görüyorum: Güçlü bir hüzün o hüzünden gelen enerji ve coşku. Ufak çapta mazoşist bir durum belki de. Son olarak yolculuğa Bob Dylan’la bitirmeye karar veriyorum. “Aşk çok yalındır. Bir tümceyle açıklanır. Sen onu bilirdin, bense bugünlerde öğrendim. Şimdi seni nerede bulacağımı biliyorum. Bir başkasının odasında tabi. Ben bunu hak etmiştim. Sonuçta koca bir kızsın.” Şarkı bittiğinde telefonum çalıyor açıyorum. Onun sesini duyunca keyfim yerine geliyor. Birden bütün dertler tasalar uçuveriyor, aklım karışıyor. Telefonu kapatıp dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Aşkın aslında ne kadar saf ve basit aynı zamanda bu kadar her şeyle ilintili olduğu için karışık olduğunu düşünerek sokağın kalabalığına karışıyorum.



17 Mayıs 2011 Salı

ODA

                                                                Nereye gitse hikayesi onunla olurdu.
                                                                                               Yusuf Atılgan


          Uykusundan uyanmış mıydı? Ağzında akşamdan kalma zehrin tadı... İçeride örtük perdelerin kasveti. ‘Yalandan, inatla, dünyaya ilk defa açıyormuş gibi gözlerini, bakmalı pencereden. Şimdi açık pencereler, rüzgâr çıktı, arkasından yağmur gelir. Bir pazartesi sabahıdır bu, kesin!’ Yatağın ucuna oturmuş, kanlı gözleriyle açık pencereden giren sabah güneşinin aydınlattığı tahta döşemeye bakarken, saatin sesi tik tak tik tak…‘Anımsamak lazım şimdi bir şeyleri. Ne yapacaktım ben? Orda, asılı duvarda. Bakmasam ne olur? Evet, duyuyorum tik tak tik tak…’ baktı sonra, yedi bucuktu. Hatırlıyor, önce işeyecekti sonra elini yüzünü yıkayıp bir süre aynada uykusuz, şişmiş suratına bakacaktı. Aynaya gözlerini açarak iyice yaklaşıyor, parmağı ile gözaltlarını çekiştiriyor sağa sola: Kan oturmuş diplerine. Vazgeçti, yüzünü yıkamadan sıkıntılı birkaç adım atarak tekrar yerine döndü. ‘Bütün bir gün bu odada nasıl geçirilir? Akşamı beklemek… Gelir birazdan uyur bütün gün. Ben ne yaparım? Aynada suratıma tekrar bakarım, sigarımı içkimi alırım otururum masanın başına. Her gün tekrarlanan işkence... Sözcüklerin dökülmesini beklemek kâğıda... Elimi soldan sağa götürebilmek için yalvarmak onlara... Gerçekten önümde duran beyaz sayfalara yazabilecek miyim bilmeden, kalem elimde otururum saatlerce. Ama samimiyetinize inanarak size itiraf etmeliyim ki kulağa ne kadar saçma gelse de özellikle yatağın üzerinde oturmuş kendi kendime konuşuyorken uzun bir aradan sonra ilk kez yazmaya başlayacağım bu öykünün, uzun zamandır anlamlandıramadığım ve nereye doğru sürüklendiğini bilmediğim yaşamımla bir biçimde başa çıkmamı, içine düştüğüm belirsizliğin sonunu görmemi sağlayacağını düşünüyorum. Her şeyin, bu öyküyle eşzamanlı çözüleceğine inanmak kulağa safça gelebilir ama iyi ya da kötü, bittiğinde belki…’
          Gölgesini görüyor tahta döşemeye vuran. Biliyor, aylardır aynı durumda: Yerinden kalkmayı beceremeyip bir türlü masaya geçemediği günlerden biri daha işte. Yağmuru izlemek için kalkıyor yerinden. Yağmurla cilalanmış yemyeşil çimler uzanıyor önünde. Masanın üstünde duran kanyak şişesini dikiyor ağzına, çalkalayıp yutuyor. Acı bir tat bıraktıktan sonra şefkatli kollar arasındaymışçasına sıcaklığı kaplarken içini, aynı şeyi bir kez daha tekrarlıyor: Bu sefer ki acısını dindirmek için. Ağzındaki yara uyuşuyor. Çevresine bakınıyor ilgisiz gözlerle. Kafasındakiler raylar üstünde hızla giden bir tren gibi durmaksızın akıp geçerken, - O anda aklından, çocukluğunda evlerinin önündeki çakıl taşlı demir yolunun kenarına oturup izlediği trenlerin içlerinde, insanların yüzlerini görmeye çalıştığı ve her net gördüğü yüzün kendi hanesine bir puan olarak yazıldığı oyun, geçiyor. 'Bugün kaç puan kazandın G.?' İçinden sayıyor. 'On,... Ama dün daha çoktu. Şimdi eve gidip aklıma en net kazınan yüze bir hikaye uydurmalıyım.' – her defasında kanını donduran o belli belirsiz sese kulak veriyor 'Dağıtma kafanı, geri dön odaya, yazacaklarını düşün!’ Düşündükçe kafamın içindeki her şey iyice bulanıklaşıyor. Silinip gitmiş gibi tüm ayrıntılar. ‘O, donuk ifadesiz gözleri bir hatırlasam başlayabileceğim yazmaya. Hâlbuki ilk kez adını söylediğinde adını unutmak istemiştim, unutamamıştım.'
          Hiçbir şeye aldırmadan sessizliği bozarak ilerleyen saate bakarken, yatağın üzerinde açık duran kitabın düşmesiyle irkiliyor. 'Bugün başlamalıyım. Bugün başlayacağım diye söz verdim kendime.' Odayı ilk defa görüyormuş gibi incelemeye başlıyor. Çıplak duvarlara, masaya, yatağa, duvardaki saate, okuduğu kitaba, her şeye yabancı hissediyor kendini. Sıkıntılı bir sessizlik kaplıyor odayı. Masanın üzerinde duran boş sayfaları görüyor. Onu, sonsuz beyazlıklarında kaybolmaya çağırıyorlar. İnsanlar, eşyalar, her şey ona ihanet etmiş gibi. Gereksiz bulduğu ama engelleyemediği bir tedirginlik kaplamaya başlıyor yavaş yavaş içini. 'Hayır, yapamayacağım, yazamayacağım.’ Odadan dışarı atmak istiyor kendini. 'Vur kapıyı çık! Karış hayata!’ Yapamıyor. ‘Bugün yazmalısın! Söz verdin.’ Bir ürperme gibi geçiyor sıkıntısı içinden. Kitabı yerden kaldırıyor. Kalkıp masanın başına geçtiğini, yazmaya başladığını hayal ediyor…
          İşte yazmaya başlamıştı.
          ……………………… Gidişinin yirmi dördüncü günüydü. O günden bu yana pek de bir ilerleme kaydedememiştim. Evin içi darmadağınıktı. Çocuksuz ve mutsuz bir evliliği boşanmayla sona erdirmeğe karar verdiğimiz günün ertesi sabahı eşyalarını toplayıp gitmişti. Ben de yavaş yavaş topluyordum eşyalarımı. Bir yandan da kendime yeni bir ev bakıyordum. Benim gibi biri için ödeyemeyeceğim kadar yüksek bir meblağaydı evin kirası. Ayrıca artık evliliğimiz gibi bu ev de bir daha toparlanamazdı sanırım. Günlerimi gazeteleri tarayıp, emlakcılarla konuşarak, o sıkıcı dükkânlara girip çıkarak, uzun uzun vitrinleri seyrederek geçiriyor (ta ki onu görene kadar) her şeyin yolunda olduğunu bunu da atlattığımı düşünüyordum. Yanılmışım. İki gün önce cuma akşamı buraya, kendisine gelen hesap özetlerini, yeni gelen banka kartlarını ve kalan birkaç ıvırını zıvırını almak için uğradığında anlamıştım yanıldığımı. İlk başta beni ve evi bu halde görmesinden pek hoşlanmadığımı belli etmek istemesem de becerememiştim. Gelmeden önce özellikle omuz uçlarına kadar kestirdiği saçları ( yeni kestirmiş olduğu belliydi ) ve makyajlı yüzü ile toparlanmış hatta iyice güzelleşmiş gözüküyordu. Bense yorgun bedenin ait olduğu dış dünya ile usu arasında kalmış alkolik, zavallı bir adam olarak karşısında duruyordum. Karşısında gittikçe kendimi daha da güçsüz hissetmeye başlamıştım. İnsanı sinirlendiren bir güçsüzlüktü bu. Biran evvel kapıdan çıkıp gitmesini istiyordum. Aslında doğrusunu isterseniz gitmesini istedim mi bilmiyorum. Gittikten sonra onu özlediğimi fark etmiştim. Şimdi bunu niye anlattım bilmiyorum. Hikayeye dönelim.
          Evet, gidişinin yirmi dördüncü günüydü. Bir pazar sabahıydı ve içkisiz, sigarasız sabahlarımdan ilki olacaktı. Dün gece tövbe etmiştim, elimi sürmeyecektim bir daha ikisine de. Sigara yerine ağrı kesicilerle, 50mg’lık antidepresanlarımla başlamıştım güne. O ruh haliyle hiçbir şey yapmamanın benim için daha iyi olacağına karar vermiş; kahvemi, gazetelerimi alıp o gittikten sonra bütün caddeyi görebilen pencerenin yanına çektiğim koltuğa yerleşmiştim. Belki keyfim yerine gelirse yeni çıkan dergilerden biri için yazdığım, Edward Hopper Ve Yalnızlığın Ruhu incelemesine devam ederim diye geçiriyordum aklımdan. Bir süre sonra gazeteleri okuyup bitirmiş, gazetenin bulmacalarını çözmeyi deneyip sıkılmıştım. Kaleme kâğıda varmıyordu bir türlü elim. Evin içinde sıkıntılı adımlarla dolaşıyor, kendimi meşgul edecek bir şeyler bulmaya çalışıyormuş gibi gözüksem de aslında kendime itiraf etmekten korkarak, bir sigara bulmak ümidiyle ceplerimi, dolapları, çekmeceleri karıştırıyordum. ( Son sigaramı sabaha karşı radyoda çalan Leonard Cohen’in iç burkan sesine feda ettiğimi, bunun boşuna bir uğraş olduğunu biliyordum oysa.) Mutfağa kaç kere girip çıktığımı, buzdolabının kapağını kaç kere açıp kapadığımı hatırlamıyorum bile. Alt raflara özenle dizilmiş sıra sıra bira ve votka şişelerini hemen üstlerinde çeşit çeşit meyve sularını gördükçe sıkıntım daha da büyüyordu. Yazmanın yerine dışarı çıkmanın benim için daha rahatlatıcı olacağına karar verdim. Sanırım hava da ayartmıştı beni.
          Güneşli bir öğle sonrasıydı. Ucuz yaşamların kahramanı ben, işte dışarıdaydım. Sokaklar kalabalık, hava güzeldi. Bense yalnızdım, biraz da karanlık, yüzüm gölgeli… Benim gibi biri tarafından biraz dışarıdan bakıldığında her şey, sahte bir kahkahadaki zorlama neşeye benziyordu. Yüzler, sokaklar, parklar, bahçeler değişiyor; her şeyin içi dışına yansıyor, birbirine benzemeye başlıyordu. Böylece yalnızlık somutlaşarak gözümün önünde duruyor, sonra da bir salgın gibi hızla şehre yayılıyordu. Tüm bunlarla başa çıkabilmek için insan iki kişi olmalıydı, en azından iki kişi. Diye yazıyorum ve hemen hemen yarısına kadar, kargacık burgacık yazımla dolmuş olan beyaz sayfanın üstüne bir nokta daha koyup, yeni bir cümleye başlamadan yazdıklarımı en baştan okuyorum. Kalemi bırakıp arkama yaslanıyorum varolduğumu duyumsayarak. Kendimi yeniden odanın içinde bulmanın şaşkınlığını üzerimden atmak için kanyağın sert tadına ihtiyaç duyuyorum, bir solukta şişeden iki fırt çekip, ayağa kalkıyor bir sigara yakıyorum. Gidecek başka hiçbir yerim yok. Yatağın başucunda duran küllüğe sigaramı söndürdükten sonra tekrar istemeye istemeye masanın başına geliyorum. Bir sigara daha yakıp önümdeki sayfalara üç beş satır daha yazabilmek için masaya oturuyorum.
          Banklardan birine oturmuş, yüzümü batmakta olan güneşe vermiştim. Boylu boyunca uzanmış yemyeşil çimleri görüyordum. Ama ilk anda aklımda sigaradan başka bir şeyin olmadığını hatırlıyorum. Çevreme bakıyor, insanları görüyor, sonra sigaramdan bir nefes daha çekerken içime, belki birçokları için sıradan acılarım vardır diye düşünüyorum. Dışardan bakılınca her şeyin çok kolay fark edildiği bir oyun tadı alsam da bütün bu olanlarda, kendimi nereye yollasam olmuyor, sıkıntım geçmiyordu. Şimdi bir de söz verdiğim halde biraz önce yaktığım sigaranın sıkıntısı, yenilginin verdiği öfkeyle birlikte daha da kuvvetlenerek eklenmişti üzerime. Yaptıklarından sürekli pişmanlık duyan çelişkili bir karakter olduğum söylenebilirdi. Ama bence gözden kaçan asıl sorun, yaşadıklarımdan hiçbir zaman ders çıkarmamış olmamdı. Pişmanlık sadece yaşandığı anda varoluyor sonra yerini başka bir pişmanlığa ve sıkıntıya bırakıp uzaklaşıyordu. Öte yandan, bir kurtuluş arıyordum. Bir sigara daha içtikten sonra çok fazla seçeneğim olmadığını görüp, sinemaya gitmenin iyi bir fikir olduğuna karar vermiştim. Bazen salonların karanlığına sığınıp, kendini beyaz perdedeki hayal dünyasının sıcaklığına bırakmak iyi geliyordu insana. Hem de dışarıdaki yaşamın kapılarından içeri sızamadığı, her şeyin birkaç saatliğine durduğu bir dünyadan kim sıkılırdı ki?
          Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı yerde duruyorum. Sıkıntıyla kafamı masadan kaldırıp çevreme bakınıyorum. Burada kendime hapsolmuş yazmak için çabalarken, kaç kişinin merhametine sığınabileceğimi merak ediyorum. Yine de isteksiz direniyorum. Yarı aralık pencereden giren rüzgâr çorabımın bitip tenimin başladığı yerden girerek içime soğukluğunu bırakıyor. Pencereleri kapayıp tekrar kelimelere dönmek istiyorum. Masaya döndüğümde fark ediyorum yazacağım cümlelerin aklımdan uçup gittiğini. Kelebekler gibi uçuşup duran, yakalanamayan, yakalandığında ise renkleri solup güzelliğini kaybeden kelimeleri düşünüyorum. Kelimelerin yetersizliğini, çok uzun zaman önce öğrenmiş olmama rağmen zorluyorum kendimi. Olmuyor. Küllükte biriken izmaritler gittikçe artıyor. Pencereden yansıyan yarı belirsiz yüzüme bakarken böyle olmayacak diye söyleniyorum kendi kendime. Yalnız başıma bir masanın başında oturmuş tanrılığa soyunan bir ölümlünün trajedisini yaşıyorum. İşte o zaman oyunu kurallarına göre oynamaya karar verip hikayeme üçüncü tekil şahısla devam etmeye karar veriyorum. Tanrısal bakış açısı: Her şeyi gören, bilen, sezen üçüncü kişi tekil anlatım.
           Ne zaman sinemaya gitse, yüksek ve geniş kapının üzerinde asılı duran film afişlerine bakarken, ilk okuduğu andan itibaren tutkuyla bağlandığı ve hala tekrar tekrar okuduğunda bile aynı tadı aldığı kitabın, sayfaları arasından çıkıp gelmesini beklediği, sinemanın önünde müşteri bekleyen, o şaşı kadını arardı gözleri. Bu sefer de öyle olmuştu. Belki de tüm yaşamı boyunca kendisi tarafından yazılmış olmasını isteyeceği tek kitaba sessiz bir selam göndererek etrafına bakındı. Hemen ilerde, sinemanın bitişiğinde, karanlık ve pis duvara yaslanmış genç bir kadın gördü. Kadın, yüzünün güzelliği dışında, her erkeği kendine kolaylıkla çekebilecek güzellikte bir vücuda ve kıvrımlara sahipti. Uzun bacaklarına yapışmış dar bir kot ve onu daha ince ve zarif gösteren çizmeleriyle G.’nin beklentisinin üstünde bir yaratıktı. Kadının, çevresinde hiç kimse yokmuşçasına, duruşunu hiç bozmadan, telaşsız etrafına bakınması, G.’nin onun başka bir kesimden olduğunu anlaması için yeterliydi. Fakat G. için tanımadığı kadınlara yanaşmak her zaman bir sorun olmuştu. Hiçbir zaman o rahatlığı kendinde bulamamış, üzerinden atamadığı çekingenliği daima ava katılmasını engellemişti. Bu yüzden, kadınları kovalayan arkadaşlarına da her zaman alaycı bir tavırla yaklaşmıştı. G.’nin oyunu ise şu ya da bu şekilde onlarla tanıştıktan sonra başlıyordu. Onun gücü, zekâsında ve sabrında saklıydı. Hedefini ağır ağır ele geçiriyor, sabırla ona gelmelerini bekliyor; onları hiçbir zaman kovalamıyordu. Şimdi olduğu yerden baktığında çekingenliği, içinde geçmişte kaçırılmış birçok fırsatın pişmanlığını ve acısını bırakmış olsa da hala farklı değildi. Kısaca G. İçin: Hiçbir zaman özgür bir iradeyle seçmiyor ancak onu seçenler arasından birini seçiyor da denebilirdi. İşte bu yüzden, kadına yaklaşmak istemişse de cesaret edememişti.
          Salona girdiğinde içersi hemen hemen boştu. Aklı hala dışarıdaydı. Işıklar söndüğünde bile çıktığında orda olup olmayacağını düşünüyor, içini kaplayan pişmanlığa engel olamıyordu. İki saat sonra loş ve dar bir koridordan karanlık bir sokağa çıktığında kalabalık ve bol ışıklı caddeye doğru hızlı adımlarla yürüdü. Caddenin köşesine geldiğine sağına soluna bakıp ‘ şimdi hangi yöne’ diye sordu kendine. Solunda, hemen ilerde kör ve bacaksız ya da kolsuz bir dilenci köşeyi tutmuş, soğuk taşın üzerinde çaresiz gözükmeye çalışırken, geçenler acımaklı gözlerle bakarlar, belki birkaç kuruş bir şeyler atarlar avucuna diye bekliyordu. ‘Kimsenin kendinden başkasını düşündüğü yok oysa’ diye seslice düşündü adama doğru ilerlerken. Cebinde kalmış bozuklukları bıraktı adamın önüne. Bazı zamanlar insana, her şey olduğundan daha çirkin gözüküyordu. Hava güzel olmasına rağmen sevimsiz bir kış günü gibiydi içi. Nereye gideceğini bilmeden kalabalığın arasına karışmış yürürken, içinde bir yerlerde yarım kalmış hikayelerinin bıraktığı sancıyı duyuyor, bir cümlenin peşine takılıp kağıda sözcükleri hızla dökerken, beyninin içinde bilmediği yerlere doğru sürüklenmek istiyordu. G.’nin içinde bulunduğu durumu anlamak zor olmamalı. Bu gibi durumlarda: İnsanın kendi bilincinin dışına çıkması, insanı soluksuz bırakacak kadar büyülüyordu. Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı bir dünyaydı burası. Yazar bu dünyaya doğru yol alırken kendi tuzaklarına düşme tehlikesini hissediyor, girilebilecek çıkmaz bir sokağın her şeyin sonu olabileceğini bilerek ilerlemenin korkusunu ve heyecanını bir arada yaşıyordu.
          G. çıkmaz bir sokağa girdiğini fark ettiğinde hava iyice kararmıştı. İki üç katlı sıvaları dökülmüş derme çatma binalarla doluydu etrafı. - Birbirine benzeyen sokaklarda kendine bir çıkış ararken, evlerden akan sularla çamur olmuş yollarda yürümekte zorluk çekiyordu.- Göz ucuyla kül tablasının üzerinde unuttuğum sigaramın sönmüş olduğunu görüyorum. Ayağa kalkıp bir sigara daha yakıyorum, gözlerim masanın üzerindeki boş şişeye takılıyor. Yazdığım son cümleyi tekrar okuyorum ayakta. Maalesef yeni bir şişe yok. Bu cümle daha farklı nasıl yazılabilir diye düşünmekten başka düşünecek bir şeyim de… Her sokağın birbirine benzediği, asfaltı bozuk, evlerden akan sularla çamur olmuş yollarda zorlukla yürümeye çalışırken, yabancı olduğu bir kentte hissediyordu kendini. Bildiği, yaşadığı şehir değildi sanki. Daha önce hiç girmediği, görmediği yerlerdeydi. Onu buralara neyin getirmiş olduğunu beş adım sonra sokağın köşesine geldiğinde, kafasını kaldırıp, karşı kaldırımda onu görünce anlayacak; şansının her zamankinden daha fazla yanında olduğunu düşünecekti. İlk bakışta şüpheye düşmüş olsa da gecikmeden onu tanıdı. Sinemanın önündeki kadındı…
          Peşine takıldığından beri hiçbir şey düşünmüyor, önünde yürüyen genç kadının düzgün vücudunun, kalçalarının salınışını görüyordu sadece. Sigarasını yaktı, saati üç dakika daha ilerlemişti. Tüm gücüyle üzerine çöken heyecanın ve korkunun ağırlığını duyumsuyordu. Parmakları arasında ezilen sigarayı attı. Terliyor muydu yoksa? Az sonra solgun ışıklı geniş caddeye çıktıklarında, bilmediği bir dünyada buldu kendini. Büyük vitrinlerin, ışıklı tabelaların önünde bekleşen fahişeler, ibneler, pezevenklerden oluşan kalabalığın arasına karıştı. Peşinden, yüksek seste müziğin olduğu karanlık ve loş pavyondan bozma bara girdiğinde kötücül bir düşünce gelip yerleşti içine. Işıktan ürken karanlık yüzlerin arasında ilerleyerek kendine boş bir masa bulup oturdu. Oturduğu yerden, gözlerini karanlığın içinde rengârenk yanıp sönen ışıklara alıştırmaya çalışarak onu ararken birçok şey geçiyordu kafasından. Kötü biten evliliğini düşünüyor, verip de tutamadığı sözleri, olamadığı insanı, bitiremediği öyküleri… Geçmişi olmayan bir insan olmak mümkün mü? Merak ettiği buydu, o anda tepesinde beliren sesi duyduğunda. Başını kaldırarak baktı. ‘Hoş geldin beyim, eğlence mi arıyorsun? Doğru yerdesin. Eğlencenin adresi burası. Masanızda kızlarımız eşlik etsinler ister misiniz size? Siz isteyin çağrıyım hemen. Sarışın, esmer, kumral nasıl istersen, söylemen yeterli beyim.’ Eliyle onu gösterdiğinde, kadın aynı filmlerdeki gibi sırtını bara dayamış onlara doğru bakmaktaydı. Adama bakıp, ‘İşini biliyorsun beyim’ derkenki ağzının üzerine yapıştırdığı sahte gülücükle kırış kırış olan yüzünü gördüğünde, içindn yükselen tarifsiz tiksintiyle karışarak, vücudunun her noktasına yakıcılığını bırakmaya başlayan pişmanlığa engel olmadı. Artık biliyordu. Onlardan biriydi. Başkalarından önce kaptığı leşlere sevinen bir çakal…
          Sarhoşum. Masadan kalkıp yorgun bedenimi tekrar yatağın üzerine bırakırken, içimde sıkıntıya dönüşen tedirginliği gözlerimde okuyabilirdiniz. Kafamın içinden yüzlerce kelime akıp geçerken, ben gerçek, tamamıyla içinde olduğum, hikayemi yazmakta daha da zorlanıyorum. Artık kendimde devam edecek gücü bulup bulamayacağımdan bile emin değilim. İnsanın kendini bu kadar yenik ve çaresiz hissetmesi şüphesiz kötü ama yapacak bir şeyim yok. Yazma yeteneğimi tamamen yitirdiğimi düşünmekten alamıyorum kendimi. Bazen olacakları gerçekleşmeden önce biliriz, bu hikayenin de beni yarı yolda bırakacağını biliyordum. İnatla karşı koyup yazmaya devam ettikçe görüyorum: Kelimelerin tuzağına düşmüş, yavaş yavaş gerçeklerden uzaklaşmıştım. Şimdi söylenebilecek tek bir şey var. Evet, bu zamana kadar okuduklarınız benim tarafımdan iyi bir hikaye olsun diye uyduruldu. Belki de gittikçe anlamsızlaşan yaşantıma bir parça anlam katabilmek için yazıyordum. Bilmiyorum. Aslında sadece hayat gibi büyük bir boşluğu olanların yaptığını yapıyorum. Onu doldurmaya çalışıyorum. Bu hikayeye de burada son vermeliyim ama masanın başından kalkarsam sıkıntımın daha da büyüyeceğinin, hiçbir şeyin çözülmeyeceğinin de farkındayım. Onunla, o barda tanıştıktan beş gün sonra ‘’buraya’’ onun yanına yerleştiğimde yazmaya başladığım bu hikayeyi bitirebilmek için iki aydır kendimi, benim bile olmayan bir evin küçücük bir odasına hapsettim. Şimdi, yazmaya çalıştığım hikayenin tutsağı haline geldiğimi görüyorum. Onu, kimin altında yattığını düşünmeden beklemenin tek yolu bu. Ya da en azından karımın çalıştığı bankadaki o kravatlı, her zaman gömleğinin en üst düğmesini ilikleyen müfettişle beraber neler yaptığını düşünmemek için yazmalıyım. Sessizlik… Hayatımı geri almak istiyorum.
          Masaya oturduğunda, yüzünde kırılgan ve içe dönük bir ifade vardı. Sanki biraz önce birisi tarafından terkedilmişti. ‘Merhaba’ derken, yaşlı bir kadının sesi gibi bitkin ve cılız çıkmıştı sesi. Loş beyaz ışığın altında bile simsiyah parlayan saçlarını kemikli elleriyle başının üzerinde sımsıkı toplayıp gözlerimin içine baktı. Çelik gibi parlayan mavi gözleri sivri burnu ve çenesi esmer yüzünde daha da belirginleşmişti. Çarpıcı bir güzellikteydi. Bardaklara votka koyuyor, ağır ağır içerken ona bakıyordum. Kelime hazinem bitiyor. Alkolle bulanmış zihnim daha fazla devam edecek durumda değil. Gerçeğin nerde başlayıp nerede bitiğini artık ayırt edemez durumdayım. Her şey rüyaların akılda bıraktığı silik birer görüntü gibi artık. Cebimden sigaramı çıkarıp yaktıktan sonra tekrar bakıyorum. Bakışlarım anlamsız, karşısındakine hiçbir şey ifade etmeyen bakışlar. Bir süre sonra müziğin aralarında daha da derinleştirdiği sessizlik kırılıyor. Kısa konuşmalar geçiyor aralarında, sonra yerini tekrar bir süre sessizliğe bırakırken… Müziğin sesinin yükseldiği, birbirlerini zor duydukları anlarda onun kulağına doğru eğilmek zorunda kalıyor, parfümünün kokusunu alıyor. O zaman her şey anlamsızlaşıyor. İçimde unutulmaya yüz tutmuş şehveti hissediyorum, kimsenin olmadığı sadece ikimizin baş başa kalabileceği bir yere gitmek arzusu ile yanıp tutuşuyorum. Onu buradan alıp çıkmak için doğru sözcükleri yan yana getirmeğe çalışıyor kafasında. Ondan bekleneni hiçbir zaman verememiş bir insan olarak nazik olmak onu incitmeyecek bir şeyler söylemek istiyor. Alkolün yardımıyla bedenimin uyanmış isteğine karşı koyamayıp, bütün insani zayıflığımı göstererek kaçta çıktığını soruyorum. Bana şefkatle bakıp ‘’beş’’ dedikten sonra nedensiz gülüyor. Üzerinde durmadan heyecanımın yatışmasını bekliyorum. Bir süre sonra tamamıyla susuyorlar. Üzerime bir durgunluk çöküyor. Kısa bir süre sadece oturuyorlar karşılıklı onları kuşatan yalnızlıklarına iyice gömülerek. Aslında her şey bir dram yaratmak için uygun. Yaşamın sert köşelerine çarpmış iki kişi ve uzun suskunluklar. Kalemi elimden bırakıp, ellerimi saçlarımın arasında gezdiriyorum. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp biraz daha sakinleştiğimi hissediyorum. Zihnimdeki resimlerin artık kâğıda yansımadığını bilmeme rağmen, ortalık o kadar sessiz ki kalemin kâğıt üzerinde ilerlerken çıkarttığı sesi duyabilmek için tekrar yazmaya koyuluyorum.
           Güneş yukarı tırmanırken barın kapısında belirdiğinde karşı kaldırımda bekliyordu. Onu görüp yanına geldiğinde hiçbir şey söylemeden, ilerdeki oteli gösterip, temiz bir yer olduğunu, oraya gidebileceklerini söyledi. Sonra hiçbir bayağılığa düşmeden asil bir prenses gibi koluna girerek ‘gidelim’ dedi. Birbirlerine benzeyen üç katlı, caddeye bakan koyu renk boyanmış üç mermer basamakla çıkılan dış kapısı; iki kanatlı yarıdan yukarısı camlı olan binaların önüne geldiklerinde, tabelasında Anayurt Oteli yazan binaya bitişik, camlı bölmenin hemen üstündeki tabelasında, ışığı sönmüş harfle birlikte okunduğunda (M)ODA OTEL yazan kapıdan girdiler. Kışları odaları hiç ısınmayan otellerden biriydi, banyolarında sıcak suyun olmadığına da emin, yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadı. İroniden başka ellerinde bir şey de yoktu farkındaydı artık zaten. Merdivenleri ağır ağır çıktılar. Kapıyı açıp içeri girdiler. İşte yalnız kalmışlardı. Ne olduğunu veya senden sonra ne olacağını hiçbir zaman bilemeyeceğin öncesiz ve sonrasız otel odaları... Nasıl istediğini sordu. Kapıyı kilitledi, perdeleri örttü. Karanlığın içinde bir yabancıyla olmanın tedirginliği yayıldı odaya. Hiçbir şey söylemeden, soyunup yanına uzandı. İçinde hazinesi gibi sakladığı ruhundan dışarı hiçbir şey sızmamıştı sevişirken. O, yanında çırılçıplak yatarken her şey siyah beyaz bir fotoğraf karesine dönüşmüş gibiydi. Dönüp başucunda duran sigara paketine uzandı. Ona kendinden bahsetmek istedi. Cesaret edemedi, zaten gücü de yoktu anlatmaya. Uykunun karşı konulmaz ağırlığına bıraktı kendini. Martıların çığlıklarıyla uyandı. Deniz çok yakındaydı biliyordu. Onun kokusu sinmişti üzerine, tekrar onu görmeye geleceğini bilmenin huzursuzluğuyla kalktı.
          Kapı açılıp o içeri girdiğinde uyanık mıydı bilmiyordu? Hatırlıyordu, duvardaki saat dokuzu gösteriyordu. Girdiğinde öylece yüzüne bakmıştı. Sonra tekrar baktığını gördü. Silmeden yüzündeki makyajını yanına gelip sessizce uzandı. Yatağın ucunda kıpırdamadan oturuyor, masanın üzerinde duran açık camdan esen rüzgârla havalanan boş beyaz sayfaları görüyordu. Konuşmadan elindeki kitabı yatağın üstüne bıraktı. ‘Ağlama’ dedi. Yastığa gömülmüş başı yüzü duvara dönük yarı çıplak ağladı. Kafasını eğip, artık tümüyle içeri girmiş sabah güneşinin aydınlattığı döşemeye baktı uzun süre. Sessizlik… Sonra kendi varlığını duyumsadı sadece. Bilmiyordu o-da var mıydı yok muydu?

7 Şubat 2011 Pazartesi

J.D SALİNGER VE MUZ BALIĞI İÇİN MÜKEMMEL BİR GÜN

-“Allah kahretsin,” dedi, “Dünyada hoş şeyler de var hakikatten, hoş şeyler yani. Hepsini birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil, küçük egolarımıza gönderiyoruz mütemadiyen.
-“Buddy bana dedi ki, bir tepenin dibinde boğazı kesilmiş olarak yatan ve kan kaybından yavaş yavaş öbür dünyaya göçen bir adam, güzel bir kızın ya da ihtiyar bir kadının, başının üstünde mükemmel dengelenmiş nefis bir testiyle oradan geçtiğini gördüğünde, tek kolu üzerinde doğrulup, tepeyi sapasağlam aşsın diye testiye gözüyle eşlik edebilmeliymiş.”

Bazen varoluşsal bir bunalımın kıyılarında dolaşırken aklıma J.D. Salinger’in Franny ve Zooey adlı öyküsündeki bu iki diyalog gelir. Yedi tuhaf kardeşten ikisi olan Franny ve Zooey arasında geçen bu diyalog, bana dolaylı yoldan, yabancılaşmanın yaşattığı dünyasızlığı ve kirlenmiş ruhlarımızı hatırlatır.
Salinger, genellikle Glass ailesinin birbirine bağlı hikâyelerinde, iletişimsizlik (ve sonucunda ilişkisizlik) ön planda yer alırken, beklentilerin tükenmesini, insanın ve dünyanın tüm anlamını yitirmesiyle ortaya çıkan kirlenmişlik duygusunu, ruh denen o yüce şeyi kaybettiğimiz inancını bize hissettirir. Bunun sonucunda da ortak değerlerin yerini insanların kendi kişisel değerlerinin yerine bırakmasıyla kopan iletişim, düş kırıklıkları ve yalnızlık duygusuyla birlikte bir sonraki adımda intihar olarak karşımıza çıkar öykülerinde. Franny ve Zooey’ nin ağabeyi Seymour’ un, Dokuz Öykü adlı kitabının ilk öyküsünde intihar ettiğini görürüz. Yine Salinger'in tek romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın (Gönülçelen) kahramanı Holden Caulfield romanın bir yerinde şöyle der.’’ Bir saat kadar kaldım yıkanma odasında, sıcak suya gömüldüm. Sonra yatağa girdim. Uzun sürdü uyumam -yorgun bile değildim- ama sonunda dalmışım. Gerçekte, istediğim tek şey kendimi öldürmekti. Pencereden atlayayım diyordum. Yere düşer düşmez üzerimi örteceklerini bilsem atlardım da. Bir suru budala serserinin beni ezilmiş görmelerini istemiyordum." Franny ve Zooey de intihar eden ağabeyleri kadar sorunludur. Ölümler, intiharlar, aşklar, hayatla yaşanan uyumsuzluklar onları da bu yaralanmış kuşağa dahil etmiştir.
Zen-Budizimi öğretisinden oldukça etkilenmiş olan kendini ‘‘beceriksiz bir Zen Budist’’ olarak nitelendiren, münzevi ve neredeyse tüm dünyaya öfkeli olan Salinger,’’ Sahte dünyanın sahte insanlarına topyekün savaş açtığını’’ söyler. Ve beklide sırf bu yüzden onlarca köpek tarafından korunan New Hampshire'da uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, telefonsuz bir evde yaşıyordu. Hayattayken evine kimseyi yaklaştırmadığı ve sokağa hemen hemen hiç çıkmadığı biliniyor. Bilinen tek fotoğrafı 1988'de çekilmiş. Bir fotoğrafçı süpermarketten çıkarken yakalamış ama ünlü yazar yüzünü saklamayı başarmış. Gerisi mutlak bir bilinmezlik. J.D. Salinger, 44 yıldır ortalığa çıkmadan, 34 yıldır tek bir satir yayınlamadan yaşadı. Tüm bunları ise "Yazdıklarımı yayınlamamak bana olağanüstü bir zevk veriyor. Onları ortalıkta görmek bana soyunmuşluk duygusu veriyor. Yazmak benim için son derece kişisel bir şey," diye açıklıyor.
Salinger 1 Ocak 1919'da New York'ta doğdu. Manhattan'da, az sayıdaki söyleşilerinden birinde söylediği gibi, 1951'de yayımlanan ve bugün bir "modern-klasik" sayılan tek romanı The Catcher in the Rye' (Çavdar Tarlasında Çocuklar) daki Holden Caulfield'ın çocukluğuna oldukça benzeyen bir çocukluk geçirdi. 1934-36 arası Valley Forge Askeri Akademisi'ne, 1937-38 arası Ursinus College ve New York Üniversitesi'ne gitti, 1939'da Colombia Üniversitesi'nde yazı derslerine katıldı. 1941-48 arasında Colliers, Esquire ve Cosmopolitan gibi zamanın "şık" dergilerinde yirmi öykü yayımladı, ancak 1954'ten beri bunların yeniden yayımlanmasına izin vermiyordu (yine de, 1974'te korsan bir basım yapıldı.). Salinger, Zen-Budizm öğretisinden etkilendi ve bunu yazdıklarına da yansıttı. "Yeni dönem" öykülerinden oluşan Nine Stories(DokuzÖykü ) (İngiltere'de For Esme-With Love and Squalor [Esme İçin-Sevgi ve Sefaletle] adıyla) 1953'te yayımlandı. Salinger 1950'lerin ikinci yarısından itibaren New Yorker'da yedi "tuhaf" kardeşli Glass Ailesi'nin birbirine bağlı "uzun öykü"lerini yayımlamaya başladı. Bu dizi ökülerin ilk ikisini Franny and Zooey adıyla 1961'de, sonraki ikiliyi ise Raise High the Roof Beam, Carpenters and Seymour: An Introduction(Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş) adıyla 1963'te kitaplaştırdı. Glass Ailesi'ne ait yayımlanan son öykü olan "Hapworth 16, 1924" ise New Yorker'ın 16 Haziran 1965 tarihli sayısının sayfalarında kaldı.
Salinger, 1963'ten beri yeni bir kitabı çıkmamasına ve neredeyse efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşamasına karşın, dünya edebiyat gündemindeki yerini hep koruyor. Salinger öykülerinde ve neredeyse dünya edebiyatına bir nevi ‘‘Küçük Prens’’ sayılabilecek Holden Caulfield karakterini yarattığı Çavdar Tarlasında Çocuklar romanında, duyarlı, zeki, yetenekli çocuklar ve gençler aracılığıyla büyüklerin geleneksel-ahlâksal değerlerini sorguladı. Ergen dünyasının çirkinliklerini, iki yüzlülüklerini ve yapaylığını sergilerken de umutsuz bir tablo değil, trajikomik insanlık durumları çıkardı karşımıza. Bu sevgisizlik/iletişimsizlik dünyasında başköşeyi tutan umut/umutsuzluk, çürümüşlük/saflık gibi temaları mizah yüklü bir dille, adeta görsel/işitsel bir lezzetle sergiledi.
Sadece üç kitap yazarak ‘‘kült yazar’’ olmayı başaran J.D. Salinger, 1961'de yayımlanan ikinci romanı ‘‘Franny ve Zooey’’de Glass Ailesi'nin iki genç üyesi Franny ve Zooey kardeşlerin hikáyesini (Yapı Kredi Yayınları'ndan aynı isimde bir çevirisi yapıldı) anlatıyordu. Daha sonra Dokuz Öykü adlı kitabı yayınlanan kitabındaki öyküler, bu dünyanın kabullenmesinde değil, aşılmasında buluyordu doruk noktasını. İnce bir ironiyi, keskin gözlemleriyle bütünleyen yazar, James Joyce' un ''epiphany'' tanımına uyan bir öykü döngüsü yaratıyordu: Seymour' un intihar etmesiyle başlayan, geleceği görebilen harika çocuk Teddy' nin kız kardeşi tarafından boş havuza itilerek ölmesiyle noktalanan bir döngüydü bu. Bir röportajında - Sizde yazma isteği uyandıran yazarlar kimlerdir? Sorusuna, Çemil kavukcu şöyle cevap veriyor.’’ J. D. Salinger’ın “Dokuz Öykü”sünü okuduğumda bunu hissetmiştim. Yazarın o kitapta; eski arkadaş, iki bayanın bir araya geldikleri bir öyküsü vardır. Öyküde olay yoktur. İki bayan sadece konuşurlar. Öyle iyi bir dili, atmosferi vardır ki, üçüncü kişi de siz olursunuz. Bir yazar olarak, bunu nasıl başardı acaba, diye düşündüm. Çünkü bana yazarın kullandığı sözcükleri verseniz o atmosferi oluşturamam.’’
Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş adlı son kitabında ise Glass kardeşlere ait iki uzun öykü yer alıyor. Glass ailesini daha yakından tanıma imkânı bulduğumuz ilk uzun öyküde ailenin fertlerinde hayatın tüm anlam ve anlamsızlıkları barınıyor. Hayal, mucize, inanç, kırılganlık, sıkışmışlık, yaşam karşısında bocalama…
Salinger’ı üne kavuşturan ve Amerikan edebiyatının en önemli romanlarından biri olarak kabul edilen ‘‘Catcher in The Rye’’ (Türkçe'de ilk kez Adnan Benk çevirisiyle ‘‘Gönülçelen’’ daha sonra Yapı Kredi Yayınları'ndan ‘‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’’ismiyle yayımlandı.) zamanının en çok ses getiren ve cesurca yazılmış romanı olarak da kabul gördü ve efsaneleşti. Rock gruplarından bağımsız sinemacılara kadar her kesimden insana esin kaynağı oldu. Hatta hala ‘‘kayıp kuşak’’ olarak kabul gören aylak ve kaygısız kuşağın davranış kalıplarında bile Salinger'in kahramanının etkilerini bulmak mümkün.
İlk olarak 1951 yılında Amerika’da basılan ‘‘Catcher in The Rye’’, büyüklerin kaotik evreninin erken yaşta bunalıma soktuğu Holden Caulfield’ in hikayesidir. Holden yaşına göre oldukça aykırı bir çocuktur. Herkese karşı olan (kardeşi Phoebe hariç) Holden’ ın 48 saatlık öyküsü Yusuf Atılgan’ın “Aylak adam” romanını da ki C. yi bize çağrıştırır. Sanki C. Holden’ nın büyümüş halidir. Bir an önce büyümek istemekle, büyümekten nefret etmek arasında gidip gelen ve fena halde yeniyetmelik ‘‘yabancılaşması’’ yaşayan Holden Caulfield, yatılı okulda okur, düzgün ve konformist olmaya özen gösterir ama beceremez, bir yandan da bölünen ailesinin yaptırımlarına uyması ve adam olması gereken yaştadır. Ortalıkta gezinip, kadınları, ilişkilerin doğasını ve otoriteye başkaldırmayı keşfettiği dönemde, ailesinin ilgisizliği ve otorite ile başedemezliği onu depresyona sürükler. Ergenlik çağının içinde, yetişkin dünyanın düzenine karşı isyankar bir çocuğun, bir Noel öncesi başına gelenler... Bu sürecin bir psikiyatri kliniğinde noktalanışı. Holden Caulfield'in masumiyet arayışının iç burkucu romanıdır bu.
Yaşarken de kendisinden çok söz edilmesinden hoşlanmayan Salinger hakkında ki yazımı Salinger’in Holden’a söylettiği şu harika cümlelerle bitirmem gerekir "Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'yi bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."
J. D Salinger'ın anısına...

Ozan Şafak

BİR AYLAK OLARAK C.’NİN PORTRESİ

Yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgindi. Yusuf Atılgan Aylak Adam adlı romanının kahramanı C.’yi böyle tarif ediyordu, kitabın daha ilk sayfalarında henüz onu pek tanımamıza fırsatımız olmadan. İşte bu ilk vurucu cümle ile şekillenmeye başlıyordu kafamızda C.
Her şeye karşı duran karşı olan bir adam. Sıradanlığa, tekdüzelige, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor, hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor hayatta. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik. Tedirginliği tam da buradan kaynaklanıyor C.’nin. Bu da mitolojik bir kahraman olan Sisifos’u hatırlatıyor hemen bize. Albert Camus Sisifos Söyleni adlı denemesinde Sisifos’u anlamsızlığın ( saçma ) bir simgesi olarak tanımlar. Anlamsızlığın temelinde ise ‘‘boşuna’’lık duygusu yatmaktadır. C. de Sisifos gibi umutsuz bir kahramandır; çünkü bilinçlidir, toplumun ve koşulların kaçınılmaz baskısına rağmen yükünü bilerek ve farkında olarak bir an bile unutmadan taşır. Bu korkunç anlamsızlığın bir gün biteceğini bile ummaz, her zaman kendi kendisiyle ve toplumla savaşmaktadır. Toplum bu kahramana, üzerine uymayan bir elbise gibi rahatsızlık vermektedir. Böylece giderek yalnızlaşır C. ve şöyle der: ''...İçinizde boşluklar yok neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız.''
C.'nin bu yalnızlığının, kendinden başka insanların varlığına tahammül edememe, insanlarla ilişkilerini bir alışveriş soğukluğuna indirgemesinden kaynaklandığınıda keşfederiz sayfalar ilerledikçe. Bu da C.'nin topluma yabancılaşmasının kaynağı olarak görülür romanda. Yalnızlığının dışa vurum biçimi olaraksa çevreyi kendine göre kurma eğilimi gösterir. Doğrunun kendi doğrusu olduğuna inanır. İçinde yaşadığı topluma karşı durur. Kendisinin var ettiği dünyayı olağan ve normal sayarken bunun dışında kalanları suçlar.Toplumun değer yargıları karşısında kendi değer yargılarını koymaya çalışır. Bunda başarısız oldukça ilişkilerini en aza indirger. Kendisinin topluma bakış açısınıda ''adako''( ağaç dalı kompleksi ) ve ''kuyara''(kumda yatma rahatlığı) adını verdiği teori ile sembolize eder. ''Adako'' ve ''kuyara'' da bu iki dünyanın karşıtlığıdır aslında. C.’nin bu yaklaşımı ise bir bakıma varoluşçu bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir; çünkü o klasik bir söylemle kendi özünü var etmektedir. Orhan Hançerlioğlu felsefe sözlüğünün varoluşçuluk maddesinde bu durumu şöyle açıklar: Nitekim varoluşçular topluma karşı çıkmakta ve toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ileri sürmektedir. Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği, kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelerek gidermek istemesidir.
Bu noktada aklımıza hemen varoluşçulukla ilgili birkaç söz gelir. Örneğin Weil' e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier' e göre umutsuzluk, Hamelin' e göre bunaltı, Banfi' ye göre kötümserlik, Whal' e göre başkaldırış, Marcel' e göre özgürlük, J.P. Sartre' a göre ise dünyaya atılarak, orda acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirlemektir. Tüm bunları C.'nin yaşamı içersinde görürüz.
Yusuf Atılgan' nın nitelemesiyle ise C. biraz nevrasteniktir. ''Bence aradığı gerçek sevgiyi hiç bir zaman bulamayacaktır.'' diye cevaplar C. ile ilgili soruları. Zaten kahramanımız C. için başkaları, J.P. Sartre' ın deyimiyle cehennemdir. C.' nin sevgiyi sadece cinselliğe indirgemesinin nedeni de budur. Çünkü sevgi duygusallık ister ve C. bu duygusallıktan yoksundur. Cengiz Güleç de C. yi şöyle yorumlar: ''Sorunu sevgisizliktir. Yazar ölüm - yaşam ikilemini ise şizoit bir insanın iç hesaplaşması olarak vermiştir. Bu derecesi farklı olmakla beraber, temel ve evrensel bir sorundur. Bütün insanların, kendi varlığı üzerine katlanıp onu anlamaya çalışan her düşünen insanın yaşadığı varoluş kaygısıdır. Bütün bunlara karşılık ''bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum'' der C. ''Belki de kendi kendimden.''
Ayalak Adamın yazarı Yusuf Atılgan da birçok açıdan varoluşçuluğu benimsemiş bir yazardır.'' Benim yazarlığımdan daha önemlisi günlük yaşamımdır'' diyerek de bunu kanıtlar. Varoluşçuluğun kurucusu kabul edilen S. Kierkegaard'dan çevirdiği bazı pasajları ise Değişim dergisinde (1961-62) yayımlanmıştır. Kendisi Camus, Kafka ve Sartre' den etkilendiğini onla yapılan söyleşilerde dile getirirken, yapıtlarında bu önemli yazarların izlerinin buluna bileceğini belirtir. Yusuf Atılgan’da böylece Aylak Adam' la Türk romanında varoluşçu yaklaşımla yazan ilk yazarlar grubuna girmiştir. Varoluşçuluğun da etkisiyle,bu doğrultuda okunabilecek; uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları da öne çıkarır romanlarında. Ama bir çok önemli yazar gibi Yusuf Atılgan da umutsuzluğu alaycı bir ifadeyle yansıtır. İroni C.'nin de tek dayanak noktasıdır.
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı ikinci kitabını da ''saçma'' ve ''isyan'' kavramları üstüne kurduğunu görürüz. B. Moran'a göre bu tez romanlarının biçimine de yansımıştır. Y. Atılgan ilk romanı Aylak Adam'da klasik anlatı yöntemlerinden yararlanırken Anayurt Oteli'ni daha değişik bir yöntemle, "Saçma kavramının göstergesi olarak" kurmaya çalışmıştır. "Ne karakter çizmede, ne olay örgüsü kurmada ne de kullandığı anlatıcı konusunda geleneksel roman konvansiyonlarına uymuştur yazar. Atılgan, Aylak Adam'ı bir roman olarak, Anayurt Oteli'ni ise bir tür anti-roman olarak yazmış diyebiliriz" der B. Moran
Sonuç olarak, Aylak Adam Yusuf Atılgan' ın ilk romanıdır. Onun yaşadığı dönem ve koşullar itibariyle yabancılaşma ve varoluş sorunu üzerine eğildiği bir yapıttır. Yusuf Atılgan' ın diğer öykü ve romanlarında da yabancılaşma, yalnızlık, varoluş sorunları, intihar, sevgi, cinsellik hemen hemen ortak konulardır. Belki de sırf bu yüzden bile Yusuf Atılgan edebiyatımızda hiç eskimeyen isimlerden biri olacaktır.

Ozan Şafak

Ernest Hemingway


Amerikalı yazar kısa öykünün en büyük ustalarından sayılmaktadır. Hemingway izlenimlerini ve deneyimlerini kuru, kısa bir stille aktarmaya çalıştı. Yapıtlarının konusu başlıca aşk ve ölümle insanın hayattaki başarısızlığından oluşur.
Ernest Hemingway, Chicago’nun varoşlarında doktor bir babayla ev hanımı bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Burada beş kardeşiyle birlikte büyüdü ve 1917'ye kadar okula devam etti. Tutkulu bir sporcu olan Hemingway, henüz öğrenci gazetesinde çalışırken gazeteci olmaya kararlıydı. Devlet okullarında eğitim gördü ve lise yıllarında yazmaya başladı, etkin ve göze batan bir öğrenciydi. Liseden mezun olduktan sonra Kansas City’ye gitti ve burda muhabir olarak çalışmaya başladı. Sağlıksız gözü yüzünden defalarca orduya girmesi engellendi. Kansas City Star gazetesini I. Dünya Savaşı'nda Kızılhaç örgütüyle birlikte sağlık memuru olarak İtalya'ya gitmek üzere bıraktı. Birinci Paylaşım Savaşımına Amerikan Kızıl Haçı’nın ambulans şoförü olarak girmeyi başardı. 8 Temmuz 1918’de Avusturya-İtalya Cephesi’nde ağır bir şekilde yaralanan Hemingway, iyileştikten sonra piyade birliğine gönüllü olarak katıldı. Savaşta yaralanınca -daha 19’unda bile değildi o zaman- ölüm korkusuyla tanıştı; bu konu bütün yapıtlarında öne çıkardı. Daha sonra Milan’da hastaneye yatırıldı ve kahramanlık nişanı verildi. Orada Kızıl Haç hemşiresi Agnes von Kurowsky’ye aşık oldu ama von Kurowsky onunla evlenmeyi reddetti.
Evinde sağlığına kavuştuktan sonra tekrar yazmaya başladı ve bir süre Chicago’da düzensiz işlerde çalıştı. Hemingway, 1920'de evlendiği Hadley Richardson ile birlikte Toronto Star Weekly gazetesi için dış ülke muhabiri olarak Avrupa yolculuğuna çıktı. Fransa’ya gitti. Orada diğer Amerikalı yazarlar tarafından -F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein, Ezra Pound- yüreklendirilen Hemingway, haber dışı yazılarını da yayınlamaya başladı. Birlikte bir çocuk sahibi olduğu ilk eşinden 1924'te boşandı. İkinci evliliğini gazeteci Pauline Pfeiffer ile yaptı (iki çocuk) ve 1940'ta boşandı. 1921'de Türk-Yunan savaşında savaş muhabiri olarak bulundu. Bir yıl sonra da Mussolini'nin Roma'ya yürüyüşünü anlattı. Amerikalı yazar Gertrude Stein ile arkadaşlığını ilerletti böylece Hemingway edebiyata yönelmeye heveslendi. seçme öykülerden oluşan ilk önemli kitabı, 1925 yılında “In Our Times” (Zamanımızda) adıyla New York City’de yayınlandı In Our Times’ da Hemingway izlenimlerini sade, açık bir dille aktardı.Sonrasında Toronto Star’ın dış muhabiri olarak 1926 yılında “The Sun Also Rises’ı (Güneş de Doğar) yayınladı, o bu romanını, “ilk somut başarısı” olarak tanımlıyordu. Fransa’da ve İspanya’da yaşayan “başıboş” göçmenlerin (savaş-sonrası “kayıp kuşak”) yaşamını anlatan “kötümser” ve parlak bir kitaptı bu. Bu çalışma ayrıca onu kamuoyuna tanıtan ilk çalışma olmuştu“Men Without Women”la ( Kadınsız Erkekler 1927) beraber kısa öykünün üstadı olarak anılmaya başlandı. A Farewell to Arms (Silahlara Veda, 1929) adlı romanı çok büyük bir başarı kaydetti. Hemingway bu romanında yaralı bir askerin bir hemşireye duyduğu aşkı anlatı. Hemingway, aşk ile savaşı harmanlayarak sert ama lirik bir roman koydu ortaya. Politik Konular İspanya'ya yaptığı bir yolculuk esnasında Death in the Afternoon (Öğleden Sonra Ölüm, 1931) adlı romanı yazdı. Romanda Hemingway için tutku haline gelmiş olan boğa güreşine ve bu güreşlerin ülkesine saygı ve sevgisi gözler önüne serilir. Hemingway için boğa güreşleri bir spordan çok trajik bir tören olarak görülmüştür. 1933’te yayınlanan “Winner Take Nothing” ( Kazanana Ödül Yok ) onun öykücülük alanında ününün yerleşmesini sağlayan eseri oldu. Bu öyküler onun stilinin kusursuzluğun en iyi örnekleri olarak kabul edildi. En iyi öyküleri arasında “The Killers”, The Short Happy Life of Francis Macomber” ve “The Snows of Kilimajoro” sayılabilir.
Afrika turunu 1935'te The Green Hills of Africa'da (Afrika'nın Yeşil Tepeleri, 1935) anlattı. Bundan sonra,(1938) İspanya İç Savaşı dolayısıyla ve ülkeye olan yoğun ilgisinin de bir sonucu olarak dört kez İspanya’ya gitti. General Fransisco Franco önderliğindeki Milliyetçilere karşı Cumhuriyetçiler için para topladı ve “The Fifth Column” adlı bir oyun yazdı. Oyun, işgal altındaki Madrid’te sergilendi.Hemingway 1939'da Küba'ya taşındı. Bir yıl sonra gazeteci Martha Gallhorn ile evlendi (1944'te boşandılar). Dördüncü evliliğini 1946'da Mary Welsh ile yaptı. Yine 1940 yılında For Whom the Bell Tolls (Çanlar Kimin İçin Çalıyor) adlı başarılı romanı çıktı.For Whom The Bell Tolls” (1940). Birçok eleştirmen bu romanın “A Farewell to Arms”tan daha iyi bir roman olduğunu iddia eder. Milliyetçi cephe ardındaki gerilla grubuna katılması için Guadarrama Dağları’na yollanan Amerikalı bir gönüllü olan Robert Jordan’ın öyküsünü anlatır bu romanında. Roman daha çok Jordan’ın değişik kişilerle kurduğu ilişkiler üzerine kurulmuştur. Diyaloglar, geri-dönüşler ve öyküler yoluyla İspanyol karakterinin canlı bir profilini çizer ve İç Savaş’ın harekete geçirdiği acımasızlığı ve insanlık dışılığı gözler önüne serer.
Hemingway toplum adına sorumluluk üstlenmeyi kabul eder. Bu düşüncesini 1942'de girdiği Amerikan deniz kuvvetlerinde uygulamaya koydu. İstila birliklerinin muhabiri olarak 1944'te Fransa çıkartmasına ve Paris'in kurtuluşuna katıldı.1952'de Hemingway'ın öykücülükteki başyapıtı The Old Man and the Sea (İhtiyar Adam ve Deniz) yayınlandı. Hemingway 1953'te Pulitzer Ödülünü aldıktan sonra 1954'te Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldü. 1960’tan sonra Hemingway Ketchum’da (Idaho) yaşamaya başladı ve yaşamını ve çalışmalarını önceki gibi sürdürmeye çalıştı. Bir süre için başarılı oldu, ancak daha sonra, anksiyete ve depresyon dolayısıyla Rochester’da Mayo Clinic’te elektroşok tedavisi görmeye başladı. Eve dönmesine iki gün kala tutkulu bir avcı olan ( J.D salinger’latartıştıkları bir şeyi kanıtlamak için silahını çekip bir tavuğun kafasını uçuracak kadar nişancı) Hemingway 61 yaşında, Ketchum/Idaho'da kendisini avcı tüfeğiyle vurarak yaşamına son verdi.
Hemingway sadece kendi gözleriyle gördüğü, kendi tecrübeleriyle yaşadığı zorlukları ve mutlulukları yazdığını söyler. Charles Bukowski de Hemingway’ın yazdıklarından ve tarzından özelliklede kendisinin ilk dönem hikayelerinden fazlaca etkilendiğini belirtir. Hemingway’in öyküleri kısa,yargı belirtmeyen,acık ve basit cümlelerden oluşurdu. Onun öykücülük dönemi kısa öykücülük geleneğinin şahlandığı nokta olmuştur. Ufak imgelerle roman boyutunda mesajları okuyucuya iletebilmektir; Örneğin "Hills Like White Elephants" öyküsünde tren istasyonunda bekleyen çiftin nereden geldiği ya da nereye gittiği hakkında hiçbir şey bilmeyiz,fakat Hemingway tek bir yerde şöyle bir cümle yazar "bavulunun üzeri çeşitli otel adlarının yazdığı yapışkan kağıtlarla doluydu". İşte sadece bu cümleyle onların uzun zamandır başıboş dolaştıklarını,yersiz yurtsuz olduklarını bize aktarır Hemingway.

Yaşlı Adam ve Deniz’in Kahramanı Balıkçı Fuentes’den…
Kübanın sahil kenti Cojimar'da yaşayan balıkçı Fuentes, Hemingway'in kaptanı, balık avına çıktığı arkadaşı, dostu ve esin kaynağıydı. Fuentes Hemingway'in Pilar adlı teknesinin bağlı bulunduğu Cojimar limanında bu sıradışı dostluğunu ve anılarını anlatmış; Ernest Hemingway kendi zevki için balık avlamaya bayılırdı. Sık sık sabahın köründe balığa çıkardık. Bu gezilerin çoğuna, o zamanlar adlarını bilmediğim arkadaşları (Errol Flynn, Ava Gardner, Gary Cooper, Spencer Tracy, Ingrid Bergman) da katılırdı. Onlardan, güverteye çıkarken ayakkabılarını çıkarmalarını kibarca rica ederdim diyor Fuentes. Ernest ve ben birbirimize güvenebileceğimizi defalarca test etme fırsatı bulduk. Evime gelirdi ve pişirdiğim spagettileri büyük bir iştahla yerdi. Karımla tanıştı, kızlarıma büyük sıcaklık gösterir onları şımartacak kadar severdi. Ailemizin özel günlerinde, bayramlarda bizimle birlikte olurdu. İkinci Dünya Savaşı’nda beni Küba'dan denizaltıyla kaçırmayı önerdi. Yıllar sonra öğrendim ki, orada Naziler yaman bir casus avındaymışlar. Kendini benim için nasıl tehlikeye attığını o zaman daha iyi anladım. Birçokları hala Hemingway'in sırf maceracı bir ruha sahip olduğu için kendini düşünmeden bir takım tehlikelere attığına inanıyor. Oysa onun insan hayatına büyük bir saygısı vardı. Buradaki fakir insanlara çok büyük yardımları dokundu. O bizden biriydi. Yüzünden her zaman gülümseme taşan bu büyük adam ayağında sandaletler sırtında bir balıkçı gömleği ile aramızda dolaşırdı. Zaman zaman kol gücünü ölçmek için bizim yaptığımız ağır işlere o da soyunurdu ya da dostça yaptığımız boks maçlarına katılırdı. Bütün bu anılarımız bir sonucu olarak bazılarımız onun kitaplarına girdik. Mesela ‘‘Yaşlı Adam ve Deniz’’ romanında ben varım. Genç bir delikanlıyken bir sandalı karaya çekmeye çalışırken az kalsın boğuluyordum. Bir keresinde balık avlayan yaşlı bir adamla küçük bir çocuk görmüştük. Daha sonra bu sahneye romanda rastladım. Tüm zamanların en büyük balığını yakalamak ise Ernest ve benim hiç yok olmayan ortak düşümüzdü. Onu son kez 1961 yılında ölmeden bir kaç ay önce gördüm. Özel sekreteri bana intihar gibi bir sonun onun için kaçınılmaz olduğunu söyledi. Gömülmesinden sonra karısı Mary beni ziyaret etti. Deniz ve av malzemelerinin hepsini de beraberinde getirdi.

Ozan Şafak

1 Şubat 2011 Salı

Küreselleşme Ya Da Ulus Devletsiz Dünya Miti’nin Sorgulanması


Günümüzde güncel olarak kullanılmakta olan Küreselleşme, yerellik, farklılık, ulus devletsiz dünya, dünya ekonomik sistemleri, neo-liberalizm, medeniyetler çatışması gibi sayısını çoğaltabileceğimiz kavramlar, yaşadığımız dünyanın bir anda tepeden tırnağa değiştiği sınıf mücadelesinin ortadan kalktığı gibi bir algılamaya neden olmaktadır. Bu durumda da karşımıza çıkan asıl sorunlardan biri de bu değişimin nasıl algılanacağına dairdir. Ulus-devletlerin miladını doldurduğu ve yok olmakta oldukları iddiaları adeta kabul görmüş bir bilgi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca mevcut neo-liberal ideolojinin hegemonyası çıkarı küreselleştirirken izlediği politikalarla insan oğlunun yaşamını sınırlı alanlara hapsederek insanı kendi sınıf gerçekliğine yabancılaştırmış gözükmektedir.
İşte bu noktada yukarıda belirttiğim kavramların tam olarak çerçevelerine oturtulması ve birbirleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi sosyal gerçeklik bakımından içinde yaşadığımız sürecin anlaşılmasında bize daha yakın açıklama yapma imkanı verecektir. Küreselleşme kavramının hangi ihtiyaçlardan kaynaklı ortaya çıktığını anlamamız ve köklerinin yattığı yerin tespiti için tarihsel süreçte gelişme seyrine bakmamız gereklidir. İkinci Dünya Savaşı (1945) sonrasında ABD bu savaştan ezici bir ekonomik avantajla çıktı (nüfus ve üretim kapasitesi boyut atlayarak artış kaydetti) ve Avrasya kara parçasını yeniden inşa etmeye başladı. Acil yardımlarla Avrupa ve Japonya’nın inşası için para ve siyasi enerji sarf edildi. Marshall planıyla uzun vadeli önlemlere yöneldi. Amaç: İmha edilmiş fabrikaların altyapı tesislerini yeniden kurmak, istihdam olanakları yaratmaktı. ABD’nin üretici şirketlerinin verimli ve karlı bir biçimde üretebilmeleri için dış müşteri sektörüne ihtiyaç vardı ve bunu da Avrupa ve Japonya’dan karşılayacaktı. SSCB ise ABD’nin dünya siyasi arenasındaki tek ciddi engeliydi. 1960’lı yıllardan itibaren çok uluslu şirketlerin pazarlarını genişletmesi ve fethi liberalizmin dünyada muzaffer bir güç olarak yerini sağlamlaştırmıştı. Bu süreç iş
ve ekonomi çevreleri tarafından küreselleşme kavramıyla tanımlandı. Herkesin yararına olduğu iddia edilen küreselleşme kavramı -kökenleri, iktidar ilişkileri ve sömürücü sonuçları ele alınmaksızın- uluslar arası kapitalizmin yayılmasına dair tartışmanın genel çerçevesi haline geldi. Dünya kapitalizmini şekillendiren bu olgu ekonomik, politik ve sosyal olarak dünyaya damgasını vurdu. Devamında küresel olarak adlandırılan Neo-liberalizm özellikle
ABD ve İngiltere’nin resmi politikası olarak şekillendi. Bireyci, mülkiyetçi ve serbest tip piyasa ekonomisini mutlaklaştıran bu anlayış bütün dünyaya yayıldı. Sonuç olarak “küreselleşme”, özünde kapitalizme ait birikim mekanizmasının dünya ölçeğinde belirleyiciliğinin artması sonucu ortaya çıkan olgu olarak yerini aldı. Bu anlamıyla kürselleşme hem bir süreç hem aşırı birikim sonucu açığa çıkan krize karşı geliştirilen bir strateji hem de bir ideoloji olarak ele alınmalıdır.
Küreselleşme aynı zamanda ulus devletlerin krizine de sebep oldu. Ekonominin artık hızla hareketiyle mekanın önemini yitirmesi, sermayenin sabit bir yurdu olmadığından ulusal ekonominin istatistik verilerden öteye geçememesi ve finans akışının kontrolünün büyük ölçüde kaybedilmesi ulus devletin, ulus aşırı güçler tarafından aşındırılmasına neden oldu. Günümüzde çok uluslu şirketler pazarların genişletilmesi ve ele geçirilmesinde muazzam bir güce ulaştı. Bu şirketler üretimi dünya ölçeğine tasarlayarak, tüm ekonomik kaynakları kontrol altına alarak, her koşulda belirleyici olmak ve koyduğu kurallara uymayanları cezalandırmak veya dışlamak stratejisi izlemektedir. Dünya ekonomik gücünün, ABD ve AB şirketleri ve bankalarında yoğunlaşması, dünya pazarında rekabetçi değil tam tersine onların hakimiyetinde olan tekelleşmeyi getirdi. Bir başka ifadeyle küreselleşme yeni dünya düzensizliğini de doğurdu.
Negri ve Hardt oluşan bu duruma “İmparatorluk” adını veriyor ve yeni dünya düzeninin bu olduğunu belirtiyor. Bu yeni düzen toprak temelli, gücün bir merkezde toplandığı emperyalist düzenin yerine geçen düzendir. Egemenlik, yeni bir biçim almıştır. İşte bu yeni küresel egemenlik biçimi İmparatorluktur. Yeni İmparatorlukta toprak temelli sınırlar engel değildir. İktidar merkezi yoktur ya da her yer iktidarın merkezidir. İktidar, ulus devlet içinde statik ve kişiyi tam kuşatan bir şey iken yeni dünya biyo-iktidara dönüşmüştür. Bedeni ve beyni kendi kalıplarına göre normalleştirirken esnek ve değişken ağlar kullanır. Kişiyi ekonomik, politik ve kültürel olarak kuşatır ve böylece özneleri yeniden üretir. Bu durumda küreselleşme süreci sadece bir tarihsel olgu değil ulus üstü politik iktidarın oluşturduğu bir araçtır. Bu açıdan bireysel kimliğin patlaması, tüketim siyasetinin hakim bir konum kazanması, bireyin davranış kalıbının küresel bir perspektif duruma ayarlanmasına yönelik dayatma, küreselleşmenin yarattığı etkiler olarak görülebilir.
Noam Chomsky de içinde yaşadığımız neo-liberal düzene şöyle bir eleştiride bulunuyor. Chomsky: “Bizler insanız, diğer insanlar için kaygılanırız. Biz yan mahalledeki çocuğun iyi bir eğitim alamayacağını bilirsek kaygılanırız. Bizler, uzaklardaki birilerinin sokağında yol olup olmadığını merak ederiz. Tayland’da köle çocukların sömürülmesinin ortadan kaldırılmasını isteriz. İnsanların karnını doyurup doyuramadıkları bizi ilgilendirir. İşte sosyal güvenlik budur. İnsanların evlerine ekmek götürüp götüremedikleri bizim sorunumuzdur. Tüm bunları yok etmek tüm bu amaçlarımızı özelleştirmek için muazzam çaba harcıyorlar. Çünkü ancak bu sayede bizi tümüyle kontrol altına almayı başarabileceklerini biliyorlar. Amaçlar ve umutlar özelleştirildiğinde bütünüyle kontrol altına alınmış olacaksın. Onlar kendi doğrultusunda yol alırken herkes de kendini onların yoluna tabi kılmak zorunda kalsın istiyorlar” diyor ve bu duruma karşı konulmasının gerekliliğini belirtiyor.
Küreselleşmeye karşı 18 Nisan 2004’te İstanbul’da yapılan Avrupa Sosyal Forumu’na hazırlık toplantısında sendika temsilcilerinden ortak bir açıklama geldi. Açıklamada Avrupa Birliği’nde uygulanan neo-liberal politikaların dünya ekonomisindeki adaletsizlikleri arttırdığı, sosyal hakların zayıfladığı ve işçilere zarar verdiği belirtiliyor. Küresel sermayenin
çokuluslu şirketlerine karşı dünya işçilerinin birlikte hareket etmesi gerektiği vurgulanıyor. Burada küreselleşme mağdurları için bir diğer mesele, kapitalist sınıfla ilişkinin yeniden harmanlanarak sınıf doğasının dönüştürülmesi ve yokmuş gibi gösterilmesidir. Zenginliğin yeniden dağıtımı ve ulusal pazarın yeniden oluşturulması için ekonomik kaynakların ele geçmesinde sınıf mücadelesinin temel önemde olduğu görülmektedir. Yine Seattle’da Aralık 1999’da yapılan G-7 ülkelerinin toplantısında düzenlenen protestolar ekonomik kürselleşmenin yol açtığı sonuçlarla ilgiliydi. Amerika’da ortaya çıkan bu hareket, ilerleyen süreçte yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı yanına dünyanın her yerinden insan çekerek küreselleşme karşıtı hareketliliği doğurdu. Amerika ve Batı dünyasının içinden çıkan bu muhalefetin ve karşı söylemlerin ne oranda sonuç vereceği ise tartışmaya açıktır. Buna karşılık halen Cambridge Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Aklear S. Ahmed’in de belirttiği gibi, Rusya’nın yıkılmasıyla küresel sınıflandırma iki ana bölüme ayrılmıştır. Dışa doğru patlayanlar yani yayılan, genişleyen (ekonomik, siyasal ve kültürel olarak) bir de içe doğru patlayan, çökenler (ekonomik, siyasal ve sosyal krizlerle dolu olarak) Batı ya da küresel uygarlıklar diyebileceğimiz, kısaca G-7 olarak bilinen ülkeler dışa doğru patlayanlardır. Dünyanın geri kalan ülkelerinin büyük çoğunluğu ise içe doğru patlayanlar olarak kabul edilir. İşte bu noktada, özellikle Doğu Uygarlıkları bu dışa dönük yayılma ve genişlemede en önemli sorunu teşkil etmektedir. Batı medeniyetleri kendi kültürel sınırlarını genişletir, kendi medeniyetiyle uygarlık adı altında tüm dünyayı sarmaya çalışırken geleneksel uygarlıklar bazı alanlarda buna direnecek dışa dönük bazı ciddi çabaları engelleyebilecektir. Esas olarak da, bu yolda İslam Uygarlığı ve Konfüçyüsçü Uygarlıklar engeldir. Batının ekonomik, siyasal ve kültürel genişlemesi karşısındaki İslam Uygarlığının cevabının şovenizm ve içe kapanma olduğu söylenebilir. Bu, hem tehlikelidir hem de iyi sonuç getirmez. Amerika’da yaşanan 11 Eylül terör saldırıları buna bir cevap niteliğindedir. Bu yaşanan durumda bize Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezini hatırlatmaktadır. Harward Üniversitesi’nden Samuel Huntington günümüzde ne sınıf çatışması, ne de mutlu bir benlikle son bulan bir
tarihin eşiğinde olduğumuzu, ileride savaşların şimdiki gibi milli devletler arasında değil
medeniyetler arasında ve birbirini yok etmeye yönelik olacağını söylüyor. Huntington’a göre Batı Uygarlığının yanında veya karşısında yer alacak olan Konfüçyusçu, Japon, İslam, Hinduist, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve belki Afrika Medeniyetleri arasındaki karşılıklı ilişki sonucunda geleceğin savaşlarının cephe hatlarına bu uygarlıklar arasındaki fay
çizgileri oluşturacak. Buna göre de Huntington’un ürettiği öneriler de şunlardır: İlk elde Batı kendi uygarlığı içinde daha büyük birlik ve işbirliğine ulaşması gerektiğini, Doğu Avrupa ve Latin Amerika toplumlarının entegrasyonunun hızla gerçekleştirilmesini, aynı zamanda Batı değer ve çıkarlarına yakın grupları desteklemeyi öneriyor. Son olarak da Batı Uygarlığına düşman uygarlıkların askeri gelişimlerini sınırlamak ve bu uygarlıkların arasındaki ve içindeki çelişkileri körüklemesi gerektiğini belirtiyor. Buna göre yaşanan süreç Amerika’nın stratejisini ve uyguladığı planları açıkça ortaya koymasına rağmen, Huntington’un tezinin tutarlı olmadığı ve mantığa aykırı yanları olduğu da açıktır. Özellikle Irak savaşında Amerika’nın yalnız bırakılmış olması bunun önemli bir örneğidir.
Sonuç olarak, kürselleşme paradigmasından doğan tüm bu teoriler küreselleşme kavramını evrenselleşme fikrinden köklü bir biçimden ayırır. Evrenselleşme, ortak bir düzen kurma niyetiyle ortaya çıkmış ve gerçekten küresel düzeyde eşitlikçi bir düzen kurma anlamına geliyordu. Dünyayı eskiden olduğundan daha iyi yapma, değişimi ve iyileşmeyi küresel, türsel çapta yaygınlaştırma isteğini belirtiyordu. Aynı şekilde herkesin ve her yerin hayat koşullarını benzer kılma ve belki de eşitleme niyetini de ilan ediyordu. Günümüzde ise görüldüğü gibi küreselleşmenin anlamında bu özelliklerden hiçbirinin kalmadığı neo-liberal politikalarla sömürü düzenin küresel ölçekte daha da yaygınlaştığını görmekteyiz.

Ozan Şafak

21 Ocak 2011 Cuma

Özgürlüğü Seçmek

İnsanın dünyayla karşılaşması ve düşünmeye ve sorgulamaya başlaması ile birlikte insan zihninde kendine var oluşuyla ilgili sorular sormaya da başlamıştır. Kant bu durumu şu soruyla özetlemiştir: "İnsan nedir?". Aslında Kant'ın bu sorusu batı pozitivizminin bakışı ile (Descartes’in “Düşünmek varolmaktır. Düşünüyorum o hâlde varım”) kolayca açıklanabilir. Ancak bence üzerinde durulması gereken temel meselelerden biri insanın diğer canlılardan farklı olarak aklını kullanabilmesi değil peşinden kendine yönelik sorular sorması, bu sorulardan kurtulamayıp bir cevap bulamamasının huzursuzluğuyla yaşamına devam etmesidir. Kısaca kendine yönelik hayret ve huzursuzluk duygusu öte yandan da insanın aklını kullanarak yaşama ayak uydurması ve hayatta kalması varoluşsal bir problemi içinde barındırır.
Bu durum diğer yandan hayvanlarda görülen içgüdü biçimlerinin insanda zayıflamasına ya da azalmasına sebep olmuştur. Bu şekilde insan doğadan ayrılarak kendi başına bir birey olarak ortaya çıkar. İnan doğadan kopmuştur fakat ölümün farkındadır ve korkmaktadır. Bütün fiziki yönlerden güçsüz ve zayıf olan insan, akıl gücü ile üretime başlar, kendini korur, gelişir fakat bütün bunlar doğadan gittikçe kopmasını sağlar. İnsan artık doğa karşısında yalnız ve özgürdür. Buradaki özgürlük şöyle karşımıza çıkmaktadır: insanın bir uyaran karşısında önceden belirlenmiş içgüdüsel bir edinimi gerçekleştirmek yerine zihninde olası bütün seçenekleri tartabilmesi ve seçim yapabilmesi şeklindedir. O zaman bu durumda insan bir birey olarak ortaya çıkarak yalnızlaşırken seçimlerinde de özgürdür artık.
Bugünse yaşanan teknolojik ve bilimsel dönüşüm ve modernleşmesiyle birlikte özgürlük kavramı farklılaşmıştır. İnsanın bir birey olarak karar almasını ve seçme özgürlüğünü kullanmasını toplumsal şablonlar belirlemektedir. Algılarımızın ve düşüncelerimizin egemen güç tarafından (bu aile içinden başlayıp yaşadığımız topluma, kültüre ve daha da genele yayılmaktadır.) kısıtlandığını, kalıplaştırıldığını, beynimizin içine şablonlanarak yerleştirildiğini ve bütün hayatımızı artık bu kalıpların dışına çıkmadan yaşadığımızı görmekteyiz. Kostas Mourselos'un Kızıla Boyalı Saçlar adlı kitabının kahramanı Luis'in dediği gibi "arkadaşım bir tebeşir var tebeşir kimin elinde önemli değil, ama tebeşiri tutan senin hareket alanının sınırlarını çizecek güce sahip sınırlar içinde her şeye izin var dışındaysa her şey yasak." İlk bakışta ortalıkta bir eylem hali ve seçme olasılığı olabilir fakat bu özgürlük değil aslında tutsaklıktır.
Hallac-ı Mansur da şöyle demiştir: seçenekleri yaratan seçenin kendisi değilse eğer bu köleliktir, kişilik ve benlik kaybıdır. Erich Fromm'sa “Özgürlükten Kaçış” adlı kitabında modern topluma ve kapitalizme şöyle bir eleştiri getirir: "İlk bakışta kapitalizm insanı geleneksel bağlarından koparmakla kalmamış olumlu özgürlüğün artmasına etkin ve eleştirel sorumlu kişinin gelişmesine çok büyük katkıda bulunmuştur. Ancak kapitalizm özgürlüğün artması sürecine böyle bir katkıda bulunurken aynı zamanda birey daha yalnız daha soyutlanmış hale getirdi, onda bir önemsizlik ve güçsüzlük duygusu yarattı". İnsanın günümüzde bu duruma gelmiş olması, içinde bulunduğu düzene karşı her geçen gün silikleşmesi egemen gücün yanına teknolojiyi de alarak düzeni egemen, vazgeçilmez ve çıkışsız bir düzen olarak yaygınlaştırmasına sebep olmuştur. Bu noktada insanın özgürlüğü, kurgulanmış bu düzeni yıkarak, her türlü otoriteyi ve koşullandırılmış düşünceyi reddederek gerçekleşecektir.
Son olarak Kropotkin'e göre başta devlet olmak üzere bütün egemen ve baskıcı kurumları ortadan kaldırılmalıdır. Otorite düzen yokluğu değil baskı yokluğudur. İnsanı bir üretici olarak ana malın otoritesinden, bir vatandaş olarak devletin otoritesinden, bir birey olarak kültürel ve dinsel törenin otoritesinden kurtulmalı ve özgür bir gelişme olanağına kavuşturulmalıdır.

Ozan Şafak