Nereye gitse hikayesi onunla olurdu.
Yusuf Atılgan
Uykusundan uyanmış mıydı? Ağzında akşamdan kalma zehrin tadı... İçeride örtük perdelerin kasveti. ‘Yalandan, inatla, dünyaya ilk defa açıyormuş gibi gözlerini, bakmalı pencereden. Şimdi açık pencereler, rüzgâr çıktı, arkasından yağmur gelir. Bir pazartesi sabahıdır bu, kesin!’ Yatağın ucuna oturmuş, kanlı gözleriyle açık pencereden giren sabah güneşinin aydınlattığı tahta döşemeye bakarken, saatin sesi tik tak tik tak…‘Anımsamak lazım şimdi bir şeyleri. Ne yapacaktım ben? Orda, asılı duvarda. Bakmasam ne olur? Evet, duyuyorum tik tak tik tak…’ baktı sonra, yedi bucuktu. Hatırlıyor, önce işeyecekti sonra elini yüzünü yıkayıp bir süre aynada uykusuz, şişmiş suratına bakacaktı. Aynaya gözlerini açarak iyice yaklaşıyor, parmağı ile gözaltlarını çekiştiriyor sağa sola: Kan oturmuş diplerine. Vazgeçti, yüzünü yıkamadan sıkıntılı birkaç adım atarak tekrar yerine döndü. ‘Bütün bir gün bu odada nasıl geçirilir? Akşamı beklemek… Gelir birazdan uyur bütün gün. Ben ne yaparım? Aynada suratıma tekrar bakarım, sigarımı içkimi alırım otururum masanın başına. Her gün tekrarlanan işkence... Sözcüklerin dökülmesini beklemek kâğıda... Elimi soldan sağa götürebilmek için yalvarmak onlara... Gerçekten önümde duran beyaz sayfalara yazabilecek miyim bilmeden, kalem elimde otururum saatlerce. Ama samimiyetinize inanarak size itiraf etmeliyim ki kulağa ne kadar saçma gelse de özellikle yatağın üzerinde oturmuş kendi kendime konuşuyorken uzun bir aradan sonra ilk kez yazmaya başlayacağım bu öykünün, uzun zamandır anlamlandıramadığım ve nereye doğru sürüklendiğini bilmediğim yaşamımla bir biçimde başa çıkmamı, içine düştüğüm belirsizliğin sonunu görmemi sağlayacağını düşünüyorum. Her şeyin, bu öyküyle eşzamanlı çözüleceğine inanmak kulağa safça gelebilir ama iyi ya da kötü, bittiğinde belki…’
Gölgesini görüyor tahta döşemeye vuran. Biliyor, aylardır aynı durumda: Yerinden kalkmayı beceremeyip bir türlü masaya geçemediği günlerden biri daha işte. Yağmuru izlemek için kalkıyor yerinden. Yağmurla cilalanmış yemyeşil çimler uzanıyor önünde. Masanın üstünde duran kanyak şişesini dikiyor ağzına, çalkalayıp yutuyor. Acı bir tat bıraktıktan sonra şefkatli kollar arasındaymışçasına sıcaklığı kaplarken içini, aynı şeyi bir kez daha tekrarlıyor: Bu sefer ki acısını dindirmek için. Ağzındaki yara uyuşuyor. Çevresine bakınıyor ilgisiz gözlerle. Kafasındakiler raylar üstünde hızla giden bir tren gibi durmaksızın akıp geçerken, - O anda aklından, çocukluğunda evlerinin önündeki çakıl taşlı demir yolunun kenarına oturup izlediği trenlerin içlerinde, insanların yüzlerini görmeye çalıştığı ve her net gördüğü yüzün kendi hanesine bir puan olarak yazıldığı oyun, geçiyor. 'Bugün kaç puan kazandın G.?' İçinden sayıyor. 'On,... Ama dün daha çoktu. Şimdi eve gidip aklıma en net kazınan yüze bir hikaye uydurmalıyım.' – her defasında kanını donduran o belli belirsiz sese kulak veriyor 'Dağıtma kafanı, geri dön odaya, yazacaklarını düşün!’ Düşündükçe kafamın içindeki her şey iyice bulanıklaşıyor. Silinip gitmiş gibi tüm ayrıntılar. ‘O, donuk ifadesiz gözleri bir hatırlasam başlayabileceğim yazmaya. Hâlbuki ilk kez adını söylediğinde adını unutmak istemiştim, unutamamıştım.'
Hiçbir şeye aldırmadan sessizliği bozarak ilerleyen saate bakarken, yatağın üzerinde açık duran kitabın düşmesiyle irkiliyor. 'Bugün başlamalıyım. Bugün başlayacağım diye söz verdim kendime.' Odayı ilk defa görüyormuş gibi incelemeye başlıyor. Çıplak duvarlara, masaya, yatağa, duvardaki saate, okuduğu kitaba, her şeye yabancı hissediyor kendini. Sıkıntılı bir sessizlik kaplıyor odayı. Masanın üzerinde duran boş sayfaları görüyor. Onu, sonsuz beyazlıklarında kaybolmaya çağırıyorlar. İnsanlar, eşyalar, her şey ona ihanet etmiş gibi. Gereksiz bulduğu ama engelleyemediği bir tedirginlik kaplamaya başlıyor yavaş yavaş içini. 'Hayır, yapamayacağım, yazamayacağım.’ Odadan dışarı atmak istiyor kendini. 'Vur kapıyı çık! Karış hayata!’ Yapamıyor. ‘Bugün yazmalısın! Söz verdin.’ Bir ürperme gibi geçiyor sıkıntısı içinden. Kitabı yerden kaldırıyor. Kalkıp masanın başına geçtiğini, yazmaya başladığını hayal ediyor…
İşte yazmaya başlamıştı.
……………………… Gidişinin yirmi dördüncü günüydü. O günden bu yana pek de bir ilerleme kaydedememiştim. Evin içi darmadağınıktı. Çocuksuz ve mutsuz bir evliliği boşanmayla sona erdirmeğe karar verdiğimiz günün ertesi sabahı eşyalarını toplayıp gitmişti. Ben de yavaş yavaş topluyordum eşyalarımı. Bir yandan da kendime yeni bir ev bakıyordum. Benim gibi biri için ödeyemeyeceğim kadar yüksek bir meblağaydı evin kirası. Ayrıca artık evliliğimiz gibi bu ev de bir daha toparlanamazdı sanırım. Günlerimi gazeteleri tarayıp, emlakcılarla konuşarak, o sıkıcı dükkânlara girip çıkarak, uzun uzun vitrinleri seyrederek geçiriyor (ta ki onu görene kadar) her şeyin yolunda olduğunu bunu da atlattığımı düşünüyordum. Yanılmışım. İki gün önce cuma akşamı buraya, kendisine gelen hesap özetlerini, yeni gelen banka kartlarını ve kalan birkaç ıvırını zıvırını almak için uğradığında anlamıştım yanıldığımı. İlk başta beni ve evi bu halde görmesinden pek hoşlanmadığımı belli etmek istemesem de becerememiştim. Gelmeden önce özellikle omuz uçlarına kadar kestirdiği saçları ( yeni kestirmiş olduğu belliydi ) ve makyajlı yüzü ile toparlanmış hatta iyice güzelleşmiş gözüküyordu. Bense yorgun bedenin ait olduğu dış dünya ile usu arasında kalmış alkolik, zavallı bir adam olarak karşısında duruyordum. Karşısında gittikçe kendimi daha da güçsüz hissetmeye başlamıştım. İnsanı sinirlendiren bir güçsüzlüktü bu. Biran evvel kapıdan çıkıp gitmesini istiyordum. Aslında doğrusunu isterseniz gitmesini istedim mi bilmiyorum. Gittikten sonra onu özlediğimi fark etmiştim. Şimdi bunu niye anlattım bilmiyorum. Hikayeye dönelim.
Evet, gidişinin yirmi dördüncü günüydü. Bir pazar sabahıydı ve içkisiz, sigarasız sabahlarımdan ilki olacaktı. Dün gece tövbe etmiştim, elimi sürmeyecektim bir daha ikisine de. Sigara yerine ağrı kesicilerle, 50mg’lık antidepresanlarımla başlamıştım güne. O ruh haliyle hiçbir şey yapmamanın benim için daha iyi olacağına karar vermiş; kahvemi, gazetelerimi alıp o gittikten sonra bütün caddeyi görebilen pencerenin yanına çektiğim koltuğa yerleşmiştim. Belki keyfim yerine gelirse yeni çıkan dergilerden biri için yazdığım, Edward Hopper Ve Yalnızlığın Ruhu incelemesine devam ederim diye geçiriyordum aklımdan. Bir süre sonra gazeteleri okuyup bitirmiş, gazetenin bulmacalarını çözmeyi deneyip sıkılmıştım. Kaleme kâğıda varmıyordu bir türlü elim. Evin içinde sıkıntılı adımlarla dolaşıyor, kendimi meşgul edecek bir şeyler bulmaya çalışıyormuş gibi gözüksem de aslında kendime itiraf etmekten korkarak, bir sigara bulmak ümidiyle ceplerimi, dolapları, çekmeceleri karıştırıyordum. ( Son sigaramı sabaha karşı radyoda çalan Leonard Cohen’in iç burkan sesine feda ettiğimi, bunun boşuna bir uğraş olduğunu biliyordum oysa.) Mutfağa kaç kere girip çıktığımı, buzdolabının kapağını kaç kere açıp kapadığımı hatırlamıyorum bile. Alt raflara özenle dizilmiş sıra sıra bira ve votka şişelerini hemen üstlerinde çeşit çeşit meyve sularını gördükçe sıkıntım daha da büyüyordu. Yazmanın yerine dışarı çıkmanın benim için daha rahatlatıcı olacağına karar verdim. Sanırım hava da ayartmıştı beni.
Güneşli bir öğle sonrasıydı. Ucuz yaşamların kahramanı ben, işte dışarıdaydım. Sokaklar kalabalık, hava güzeldi. Bense yalnızdım, biraz da karanlık, yüzüm gölgeli… Benim gibi biri tarafından biraz dışarıdan bakıldığında her şey, sahte bir kahkahadaki zorlama neşeye benziyordu. Yüzler, sokaklar, parklar, bahçeler değişiyor; her şeyin içi dışına yansıyor, birbirine benzemeye başlıyordu. Böylece yalnızlık somutlaşarak gözümün önünde duruyor, sonra da bir salgın gibi hızla şehre yayılıyordu. Tüm bunlarla başa çıkabilmek için insan iki kişi olmalıydı, en azından iki kişi. Diye yazıyorum ve hemen hemen yarısına kadar, kargacık burgacık yazımla dolmuş olan beyaz sayfanın üstüne bir nokta daha koyup, yeni bir cümleye başlamadan yazdıklarımı en baştan okuyorum. Kalemi bırakıp arkama yaslanıyorum varolduğumu duyumsayarak. Kendimi yeniden odanın içinde bulmanın şaşkınlığını üzerimden atmak için kanyağın sert tadına ihtiyaç duyuyorum, bir solukta şişeden iki fırt çekip, ayağa kalkıyor bir sigara yakıyorum. Gidecek başka hiçbir yerim yok. Yatağın başucunda duran küllüğe sigaramı söndürdükten sonra tekrar istemeye istemeye masanın başına geliyorum. Bir sigara daha yakıp önümdeki sayfalara üç beş satır daha yazabilmek için masaya oturuyorum.
Banklardan birine oturmuş, yüzümü batmakta olan güneşe vermiştim. Boylu boyunca uzanmış yemyeşil çimleri görüyordum. Ama ilk anda aklımda sigaradan başka bir şeyin olmadığını hatırlıyorum. Çevreme bakıyor, insanları görüyor, sonra sigaramdan bir nefes daha çekerken içime, belki birçokları için sıradan acılarım vardır diye düşünüyorum. Dışardan bakılınca her şeyin çok kolay fark edildiği bir oyun tadı alsam da bütün bu olanlarda, kendimi nereye yollasam olmuyor, sıkıntım geçmiyordu. Şimdi bir de söz verdiğim halde biraz önce yaktığım sigaranın sıkıntısı, yenilginin verdiği öfkeyle birlikte daha da kuvvetlenerek eklenmişti üzerime. Yaptıklarından sürekli pişmanlık duyan çelişkili bir karakter olduğum söylenebilirdi. Ama bence gözden kaçan asıl sorun, yaşadıklarımdan hiçbir zaman ders çıkarmamış olmamdı. Pişmanlık sadece yaşandığı anda varoluyor sonra yerini başka bir pişmanlığa ve sıkıntıya bırakıp uzaklaşıyordu. Öte yandan, bir kurtuluş arıyordum. Bir sigara daha içtikten sonra çok fazla seçeneğim olmadığını görüp, sinemaya gitmenin iyi bir fikir olduğuna karar vermiştim. Bazen salonların karanlığına sığınıp, kendini beyaz perdedeki hayal dünyasının sıcaklığına bırakmak iyi geliyordu insana. Hem de dışarıdaki yaşamın kapılarından içeri sızamadığı, her şeyin birkaç saatliğine durduğu bir dünyadan kim sıkılırdı ki?
Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı yerde duruyorum. Sıkıntıyla kafamı masadan kaldırıp çevreme bakınıyorum. Burada kendime hapsolmuş yazmak için çabalarken, kaç kişinin merhametine sığınabileceğimi merak ediyorum. Yine de isteksiz direniyorum. Yarı aralık pencereden giren rüzgâr çorabımın bitip tenimin başladığı yerden girerek içime soğukluğunu bırakıyor. Pencereleri kapayıp tekrar kelimelere dönmek istiyorum. Masaya döndüğümde fark ediyorum yazacağım cümlelerin aklımdan uçup gittiğini. Kelebekler gibi uçuşup duran, yakalanamayan, yakalandığında ise renkleri solup güzelliğini kaybeden kelimeleri düşünüyorum. Kelimelerin yetersizliğini, çok uzun zaman önce öğrenmiş olmama rağmen zorluyorum kendimi. Olmuyor. Küllükte biriken izmaritler gittikçe artıyor. Pencereden yansıyan yarı belirsiz yüzüme bakarken böyle olmayacak diye söyleniyorum kendi kendime. Yalnız başıma bir masanın başında oturmuş tanrılığa soyunan bir ölümlünün trajedisini yaşıyorum. İşte o zaman oyunu kurallarına göre oynamaya karar verip hikayeme üçüncü tekil şahısla devam etmeye karar veriyorum. Tanrısal bakış açısı: Her şeyi gören, bilen, sezen üçüncü kişi tekil anlatım.
Ne zaman sinemaya gitse, yüksek ve geniş kapının üzerinde asılı duran film afişlerine bakarken, ilk okuduğu andan itibaren tutkuyla bağlandığı ve hala tekrar tekrar okuduğunda bile aynı tadı aldığı kitabın, sayfaları arasından çıkıp gelmesini beklediği, sinemanın önünde müşteri bekleyen, o şaşı kadını arardı gözleri. Bu sefer de öyle olmuştu. Belki de tüm yaşamı boyunca kendisi tarafından yazılmış olmasını isteyeceği tek kitaba sessiz bir selam göndererek etrafına bakındı. Hemen ilerde, sinemanın bitişiğinde, karanlık ve pis duvara yaslanmış genç bir kadın gördü. Kadın, yüzünün güzelliği dışında, her erkeği kendine kolaylıkla çekebilecek güzellikte bir vücuda ve kıvrımlara sahipti. Uzun bacaklarına yapışmış dar bir kot ve onu daha ince ve zarif gösteren çizmeleriyle G.’nin beklentisinin üstünde bir yaratıktı. Kadının, çevresinde hiç kimse yokmuşçasına, duruşunu hiç bozmadan, telaşsız etrafına bakınması, G.’nin onun başka bir kesimden olduğunu anlaması için yeterliydi. Fakat G. için tanımadığı kadınlara yanaşmak her zaman bir sorun olmuştu. Hiçbir zaman o rahatlığı kendinde bulamamış, üzerinden atamadığı çekingenliği daima ava katılmasını engellemişti. Bu yüzden, kadınları kovalayan arkadaşlarına da her zaman alaycı bir tavırla yaklaşmıştı. G.’nin oyunu ise şu ya da bu şekilde onlarla tanıştıktan sonra başlıyordu. Onun gücü, zekâsında ve sabrında saklıydı. Hedefini ağır ağır ele geçiriyor, sabırla ona gelmelerini bekliyor; onları hiçbir zaman kovalamıyordu. Şimdi olduğu yerden baktığında çekingenliği, içinde geçmişte kaçırılmış birçok fırsatın pişmanlığını ve acısını bırakmış olsa da hala farklı değildi. Kısaca G. İçin: Hiçbir zaman özgür bir iradeyle seçmiyor ancak onu seçenler arasından birini seçiyor da denebilirdi. İşte bu yüzden, kadına yaklaşmak istemişse de cesaret edememişti.
Salona girdiğinde içersi hemen hemen boştu. Aklı hala dışarıdaydı. Işıklar söndüğünde bile çıktığında orda olup olmayacağını düşünüyor, içini kaplayan pişmanlığa engel olamıyordu. İki saat sonra loş ve dar bir koridordan karanlık bir sokağa çıktığında kalabalık ve bol ışıklı caddeye doğru hızlı adımlarla yürüdü. Caddenin köşesine geldiğine sağına soluna bakıp ‘ şimdi hangi yöne’ diye sordu kendine. Solunda, hemen ilerde kör ve bacaksız ya da kolsuz bir dilenci köşeyi tutmuş, soğuk taşın üzerinde çaresiz gözükmeye çalışırken, geçenler acımaklı gözlerle bakarlar, belki birkaç kuruş bir şeyler atarlar avucuna diye bekliyordu. ‘Kimsenin kendinden başkasını düşündüğü yok oysa’ diye seslice düşündü adama doğru ilerlerken. Cebinde kalmış bozuklukları bıraktı adamın önüne. Bazı zamanlar insana, her şey olduğundan daha çirkin gözüküyordu. Hava güzel olmasına rağmen sevimsiz bir kış günü gibiydi içi. Nereye gideceğini bilmeden kalabalığın arasına karışmış yürürken, içinde bir yerlerde yarım kalmış hikayelerinin bıraktığı sancıyı duyuyor, bir cümlenin peşine takılıp kağıda sözcükleri hızla dökerken, beyninin içinde bilmediği yerlere doğru sürüklenmek istiyordu. G.’nin içinde bulunduğu durumu anlamak zor olmamalı. Bu gibi durumlarda: İnsanın kendi bilincinin dışına çıkması, insanı soluksuz bırakacak kadar büyülüyordu. Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı bir dünyaydı burası. Yazar bu dünyaya doğru yol alırken kendi tuzaklarına düşme tehlikesini hissediyor, girilebilecek çıkmaz bir sokağın her şeyin sonu olabileceğini bilerek ilerlemenin korkusunu ve heyecanını bir arada yaşıyordu.
G. çıkmaz bir sokağa girdiğini fark ettiğinde hava iyice kararmıştı. İki üç katlı sıvaları dökülmüş derme çatma binalarla doluydu etrafı. - Birbirine benzeyen sokaklarda kendine bir çıkış ararken, evlerden akan sularla çamur olmuş yollarda yürümekte zorluk çekiyordu.- Göz ucuyla kül tablasının üzerinde unuttuğum sigaramın sönmüş olduğunu görüyorum. Ayağa kalkıp bir sigara daha yakıyorum, gözlerim masanın üzerindeki boş şişeye takılıyor. Yazdığım son cümleyi tekrar okuyorum ayakta. Maalesef yeni bir şişe yok. Bu cümle daha farklı nasıl yazılabilir diye düşünmekten başka düşünecek bir şeyim de… Her sokağın birbirine benzediği, asfaltı bozuk, evlerden akan sularla çamur olmuş yollarda zorlukla yürümeye çalışırken, yabancı olduğu bir kentte hissediyordu kendini. Bildiği, yaşadığı şehir değildi sanki. Daha önce hiç girmediği, görmediği yerlerdeydi. Onu buralara neyin getirmiş olduğunu beş adım sonra sokağın köşesine geldiğinde, kafasını kaldırıp, karşı kaldırımda onu görünce anlayacak; şansının her zamankinden daha fazla yanında olduğunu düşünecekti. İlk bakışta şüpheye düşmüş olsa da gecikmeden onu tanıdı. Sinemanın önündeki kadındı…
Peşine takıldığından beri hiçbir şey düşünmüyor, önünde yürüyen genç kadının düzgün vücudunun, kalçalarının salınışını görüyordu sadece. Sigarasını yaktı, saati üç dakika daha ilerlemişti. Tüm gücüyle üzerine çöken heyecanın ve korkunun ağırlığını duyumsuyordu. Parmakları arasında ezilen sigarayı attı. Terliyor muydu yoksa? Az sonra solgun ışıklı geniş caddeye çıktıklarında, bilmediği bir dünyada buldu kendini. Büyük vitrinlerin, ışıklı tabelaların önünde bekleşen fahişeler, ibneler, pezevenklerden oluşan kalabalığın arasına karıştı. Peşinden, yüksek seste müziğin olduğu karanlık ve loş pavyondan bozma bara girdiğinde kötücül bir düşünce gelip yerleşti içine. Işıktan ürken karanlık yüzlerin arasında ilerleyerek kendine boş bir masa bulup oturdu. Oturduğu yerden, gözlerini karanlığın içinde rengârenk yanıp sönen ışıklara alıştırmaya çalışarak onu ararken birçok şey geçiyordu kafasından. Kötü biten evliliğini düşünüyor, verip de tutamadığı sözleri, olamadığı insanı, bitiremediği öyküleri… Geçmişi olmayan bir insan olmak mümkün mü? Merak ettiği buydu, o anda tepesinde beliren sesi duyduğunda. Başını kaldırarak baktı. ‘Hoş geldin beyim, eğlence mi arıyorsun? Doğru yerdesin. Eğlencenin adresi burası. Masanızda kızlarımız eşlik etsinler ister misiniz size? Siz isteyin çağrıyım hemen. Sarışın, esmer, kumral nasıl istersen, söylemen yeterli beyim.’ Eliyle onu gösterdiğinde, kadın aynı filmlerdeki gibi sırtını bara dayamış onlara doğru bakmaktaydı. Adama bakıp, ‘İşini biliyorsun beyim’ derkenki ağzının üzerine yapıştırdığı sahte gülücükle kırış kırış olan yüzünü gördüğünde, içindn yükselen tarifsiz tiksintiyle karışarak, vücudunun her noktasına yakıcılığını bırakmaya başlayan pişmanlığa engel olmadı. Artık biliyordu. Onlardan biriydi. Başkalarından önce kaptığı leşlere sevinen bir çakal…
Sarhoşum. Masadan kalkıp yorgun bedenimi tekrar yatağın üzerine bırakırken, içimde sıkıntıya dönüşen tedirginliği gözlerimde okuyabilirdiniz. Kafamın içinden yüzlerce kelime akıp geçerken, ben gerçek, tamamıyla içinde olduğum, hikayemi yazmakta daha da zorlanıyorum. Artık kendimde devam edecek gücü bulup bulamayacağımdan bile emin değilim. İnsanın kendini bu kadar yenik ve çaresiz hissetmesi şüphesiz kötü ama yapacak bir şeyim yok. Yazma yeteneğimi tamamen yitirdiğimi düşünmekten alamıyorum kendimi. Bazen olacakları gerçekleşmeden önce biliriz, bu hikayenin de beni yarı yolda bırakacağını biliyordum. İnatla karşı koyup yazmaya devam ettikçe görüyorum: Kelimelerin tuzağına düşmüş, yavaş yavaş gerçeklerden uzaklaşmıştım. Şimdi söylenebilecek tek bir şey var. Evet, bu zamana kadar okuduklarınız benim tarafımdan iyi bir hikaye olsun diye uyduruldu. Belki de gittikçe anlamsızlaşan yaşantıma bir parça anlam katabilmek için yazıyordum. Bilmiyorum. Aslında sadece hayat gibi büyük bir boşluğu olanların yaptığını yapıyorum. Onu doldurmaya çalışıyorum. Bu hikayeye de burada son vermeliyim ama masanın başından kalkarsam sıkıntımın daha da büyüyeceğinin, hiçbir şeyin çözülmeyeceğinin de farkındayım. Onunla, o barda tanıştıktan beş gün sonra ‘’buraya’’ onun yanına yerleştiğimde yazmaya başladığım bu hikayeyi bitirebilmek için iki aydır kendimi, benim bile olmayan bir evin küçücük bir odasına hapsettim. Şimdi, yazmaya çalıştığım hikayenin tutsağı haline geldiğimi görüyorum. Onu, kimin altında yattığını düşünmeden beklemenin tek yolu bu. Ya da en azından karımın çalıştığı bankadaki o kravatlı, her zaman gömleğinin en üst düğmesini ilikleyen müfettişle beraber neler yaptığını düşünmemek için yazmalıyım. Sessizlik… Hayatımı geri almak istiyorum.
Masaya oturduğunda, yüzünde kırılgan ve içe dönük bir ifade vardı. Sanki biraz önce birisi tarafından terkedilmişti. ‘Merhaba’ derken, yaşlı bir kadının sesi gibi bitkin ve cılız çıkmıştı sesi. Loş beyaz ışığın altında bile simsiyah parlayan saçlarını kemikli elleriyle başının üzerinde sımsıkı toplayıp gözlerimin içine baktı. Çelik gibi parlayan mavi gözleri sivri burnu ve çenesi esmer yüzünde daha da belirginleşmişti. Çarpıcı bir güzellikteydi. Bardaklara votka koyuyor, ağır ağır içerken ona bakıyordum. Kelime hazinem bitiyor. Alkolle bulanmış zihnim daha fazla devam edecek durumda değil. Gerçeğin nerde başlayıp nerede bitiğini artık ayırt edemez durumdayım. Her şey rüyaların akılda bıraktığı silik birer görüntü gibi artık. Cebimden sigaramı çıkarıp yaktıktan sonra tekrar bakıyorum. Bakışlarım anlamsız, karşısındakine hiçbir şey ifade etmeyen bakışlar. Bir süre sonra müziğin aralarında daha da derinleştirdiği sessizlik kırılıyor. Kısa konuşmalar geçiyor aralarında, sonra yerini tekrar bir süre sessizliğe bırakırken… Müziğin sesinin yükseldiği, birbirlerini zor duydukları anlarda onun kulağına doğru eğilmek zorunda kalıyor, parfümünün kokusunu alıyor. O zaman her şey anlamsızlaşıyor. İçimde unutulmaya yüz tutmuş şehveti hissediyorum, kimsenin olmadığı sadece ikimizin baş başa kalabileceği bir yere gitmek arzusu ile yanıp tutuşuyorum. Onu buradan alıp çıkmak için doğru sözcükleri yan yana getirmeğe çalışıyor kafasında. Ondan bekleneni hiçbir zaman verememiş bir insan olarak nazik olmak onu incitmeyecek bir şeyler söylemek istiyor. Alkolün yardımıyla bedenimin uyanmış isteğine karşı koyamayıp, bütün insani zayıflığımı göstererek kaçta çıktığını soruyorum. Bana şefkatle bakıp ‘’beş’’ dedikten sonra nedensiz gülüyor. Üzerinde durmadan heyecanımın yatışmasını bekliyorum. Bir süre sonra tamamıyla susuyorlar. Üzerime bir durgunluk çöküyor. Kısa bir süre sadece oturuyorlar karşılıklı onları kuşatan yalnızlıklarına iyice gömülerek. Aslında her şey bir dram yaratmak için uygun. Yaşamın sert köşelerine çarpmış iki kişi ve uzun suskunluklar. Kalemi elimden bırakıp, ellerimi saçlarımın arasında gezdiriyorum. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp biraz daha sakinleştiğimi hissediyorum. Zihnimdeki resimlerin artık kâğıda yansımadığını bilmeme rağmen, ortalık o kadar sessiz ki kalemin kâğıt üzerinde ilerlerken çıkarttığı sesi duyabilmek için tekrar yazmaya koyuluyorum.
Güneş yukarı tırmanırken barın kapısında belirdiğinde karşı kaldırımda bekliyordu. Onu görüp yanına geldiğinde hiçbir şey söylemeden, ilerdeki oteli gösterip, temiz bir yer olduğunu, oraya gidebileceklerini söyledi. Sonra hiçbir bayağılığa düşmeden asil bir prenses gibi koluna girerek ‘gidelim’ dedi. Birbirlerine benzeyen üç katlı, caddeye bakan koyu renk boyanmış üç mermer basamakla çıkılan dış kapısı; iki kanatlı yarıdan yukarısı camlı olan binaların önüne geldiklerinde, tabelasında Anayurt Oteli yazan binaya bitişik, camlı bölmenin hemen üstündeki tabelasında, ışığı sönmüş harfle birlikte okunduğunda (M)ODA OTEL yazan kapıdan girdiler. Kışları odaları hiç ısınmayan otellerden biriydi, banyolarında sıcak suyun olmadığına da emin, yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadı. İroniden başka ellerinde bir şey de yoktu farkındaydı artık zaten. Merdivenleri ağır ağır çıktılar. Kapıyı açıp içeri girdiler. İşte yalnız kalmışlardı. Ne olduğunu veya senden sonra ne olacağını hiçbir zaman bilemeyeceğin öncesiz ve sonrasız otel odaları... Nasıl istediğini sordu. Kapıyı kilitledi, perdeleri örttü. Karanlığın içinde bir yabancıyla olmanın tedirginliği yayıldı odaya. Hiçbir şey söylemeden, soyunup yanına uzandı. İçinde hazinesi gibi sakladığı ruhundan dışarı hiçbir şey sızmamıştı sevişirken. O, yanında çırılçıplak yatarken her şey siyah beyaz bir fotoğraf karesine dönüşmüş gibiydi. Dönüp başucunda duran sigara paketine uzandı. Ona kendinden bahsetmek istedi. Cesaret edemedi, zaten gücü de yoktu anlatmaya. Uykunun karşı konulmaz ağırlığına bıraktı kendini. Martıların çığlıklarıyla uyandı. Deniz çok yakındaydı biliyordu. Onun kokusu sinmişti üzerine, tekrar onu görmeye geleceğini bilmenin huzursuzluğuyla kalktı.
Kapı açılıp o içeri girdiğinde uyanık mıydı bilmiyordu? Hatırlıyordu, duvardaki saat dokuzu gösteriyordu. Girdiğinde öylece yüzüne bakmıştı. Sonra tekrar baktığını gördü. Silmeden yüzündeki makyajını yanına gelip sessizce uzandı. Yatağın ucunda kıpırdamadan oturuyor, masanın üzerinde duran açık camdan esen rüzgârla havalanan boş beyaz sayfaları görüyordu. Konuşmadan elindeki kitabı yatağın üstüne bıraktı. ‘Ağlama’ dedi. Yastığa gömülmüş başı yüzü duvara dönük yarı çıplak ağladı. Kafasını eğip, artık tümüyle içeri girmiş sabah güneşinin aydınlattığı döşemeye baktı uzun süre. Sessizlik… Sonra kendi varlığını duyumsadı sadece. Bilmiyordu o-da var mıydı yok muydu?